SÖNÜK, SİLİK VE SUSKUN KALMA, SÜPÜRÜLMEDEN, SEN SÜPÜR! - Fahrettin ALİŞAR

SÖNÜK, SİLİK VE SUSKUN KALMA, SÜPÜRÜLMEDEN, SEN SÜPÜR! 

Fahrettin ALİŞAR

falisar@mynet.com 

Gandi’nin yaşam felsefesini oluşturan düşünceleri; kim ne derse desin, günümüze ışık tutacak niteliktedir.

Gandi’nin yaşam felsefesi yedi maddeden oluşur, bunlar:

1.İlkesiz siyaset,

2.Emeksiz zenginlik,

3.Vicdansız haz,

4.Niteliksiz bilgi,

5.Ahlaksız ticaret,

6.İnsanlık yararına olmayan bilim,

7.Çilesiz inanç.

Bunların her biri için ayrı ayrı kitap yazılabilir. Aslında bu ilkeler; dini ve ahlaki metinlerin hemen hemen hepsinin içinde vardır.

Bugün dünyadaki pek çok insan, yedikleri yemeği kazanmadıklarını fark etmiyor ve vermeden alıyor. Biri kazandığından daha çok tüketiyor ve bir başkasının açlık çekmesine neden oluyor. Bu çarpık sistem maalesef ülkemize de sıçramış durumda. Hem de son yıllarda artarak devam ediyor.

Yine bugün ülkemizde; ahlaki, insanı ve manevi bir kriz yaşanmaktadır.

Ülkemizde “ilkeli siyaset” yapan kaç tane politikacı vardır? İlkeli siyaset bir yana; birçokları siyaseti sebepsiz zenginleşme ve yolsuzluk aracı olarak yapmaktadır.

Bugün bilimin insanlık yararına kullanılması ilkesi de, kişisel çıkarlar için kullanmak ilkesiyle adeta yer değiştirmiş durumdadır. Son zamanlarda profesör kariyerli birçok çete mensubunun türemesi bunun açık bir ispatı değil midir?

Yaşanan olaylardan; vicdansız hazzın ne denli yaygınlaştığını, ahlaksız ticaretin kanser gibi bütün toplumu nasıl sardığını açıkça görebiliyoruz.

Gandi’nin yaşam felsefesi dışında, bu ülkeyi bekleyen en büyük tehlike; “suskun ve sessiz adam psikolojisi”nin, toplumda yaygınlaşmasıdır.

Etliye sütlüye karışmayan, neme lazımcı, suya sabuna dokunmayan insan tiplerinin yaygınlaşması, ülkemizin önündeki en büyük barikattır. Bu tipler; olayları yönlendirecek biçimdeki söz ve eylemlerden özenle kaçınırlar. Risk almak, gözü karalık ve dobralık bu tür insanların lügatinde yoktur. Bütün güçlerini bir biçimde ele geçirdikleri makamlarından alırlar. Ülkenin sorunları karşısında ölüm sissizliğine bürünürler. Makamlarının tehdit altında olduğunu hissettiklerinde hemen tavır değiştirirler. Makamlarını muhafaza etmek için, akla hayale gelmeyen yalan, entrika, komplo, ayak oyunu ve manevralar sergilerler. Bu insanlar; idealleri ve eserleri ile değil, entrikalarıyla anılırlar.

Bu tür davranışların elbette ki tarihi ve felsefi kökü vardır. M.Ö.600 yıl önce, Lao Tzeu; bu tür insanlarla ilgili olarak “Hiçbir Şey Yapmazlığın Mutlu Sonuçları” adını verdiği bir strateji geliştirmiştir. Tzeu’ya göre, bilgelerin politikası; insanların kafalarını boşaltmak, karınlarını doldurmak, iş yapma güçlerini yumuşatmak, kemiklerini sertleştirmektir. Onların bütün özendikleri, halkı bilgisizlik ve uyuşukluk içinde tutarlar.

Tzeu’nun stratejisine göre, bilgelerin yaptığı, akıllı kişileri iş görmekten çektirmektir. Çünkü bir şey yapmazlıkla düzelmeyecek şey yoktur.

Sönük, suskun ve silik karakter psikolojisine sahip kişilerin çoğunlukta olduğu ülkeler, dışardan yönlendirilmeye ve yönetilmeye mahkumdur.

Bugün Türkiye’nin önünü “Hiçbir Şey Yapmazlığın Mutlu Sonuçları” stratejisini kendisine rehber edinen, sözüm’ona bilge kişiler tıkamaktadır. Tabii bunu; yaygınlaştırdıkları, sönük, suskun ve silik insan tipleri sayesinde başarmaktadırlar. Suskun ve sessiz adam psikolojisine sahip silikler yüzünden; koskoca Cihan Devleti Osmanlı’nın mirasçısı bir ülke, AB(D) kaptanları tarafından yönlendirilmeye mahkum edilmiştir.

Asıl sorun bunların varlığı ve çoğunluğu değil, her yeri kuşatmış olmalarıdır.

“Ben sönük, silik, suskun değilim!” diyorsanız; 29 Mart sabahı elinize aldığınız süpürge ile “Hiçbir Şey Yapmazlığın Mutlu Sonuçları”nı kendisine rehber edinenleri; AB(D) çöplüğüne süpürün! Siz süpürmezseniz, onların istediği yöne süpürülmeye razı olun!

ANZAKLAR ÇANAKKALE’YE GELİYORSA, - Fahrettin ALİŞAR

ANZAKLAR ÇANAKKALE’YE GELİYORSA,

BİZ DE VİYANA’YA GİDELİM. (x)

Fahrettin ALİŞAR

falisar@mynet.com

Duygusal bir insan için Çanakkale’yi yazmak çok zordur. Yazdığım hiçbir yazı, hiçbir kitap beni bu kadar derinden etkilemez. Çünkü Çanakkale’yi yazarken ruh dünyamda o kadar derin akisler ve depremler meydana gelir ki; çoğu konuları tüylerim ürpererek ve gözyaşlarıma hakîm olamayarak yazarım.

Beni bu kadar duygulandıran; o dev düşman güçlerine Çanakkale’de geçit vermeyen, şanlı Mehmetçiğin yüksek ruhu, imanı, azmi ve vatan sevgisinden başka bir şey değil.

Çanakkale Zaferi’nin madde ile değil, mana ile kazanıldığına dair elimizde sayısız belge ve bulgu olduğu bir gerçek.

Bu hafta “mana”nın “madde”yi delik-deşik ettiği Çanakkale’de idim. Çanakkale Savaşları’nın cereyan ettiği yerleri, 4 ncü kez ziyaret ettim. Bu son gidişimde de ruh dünyam; derin akisler ve depremler yaşadı. Zaman zaman gözyaşlarımı tutamadım.

Sabah namazından sonra Lapseki’den deniz yoluyla Gelibolu’ya geçerek, Eceabat’a ulaştık. Sırasıyla; Kilitbahir, Havuzlar Şehitliği, Soğanlıdere Şehitliği, Behramlı Köyü, Şahindere Şehitliği, Kerevizdere, Alçıtepe, Kanlıdere, Seddülbahir, Fransız Mezarlığı, Sargıyeri Şehitliği, Son Ok Şehitliği, Mehmetçiğe Saygı Anıtı, Kanlısırt, Kemalyeri, Yzb. Hüseyin Avni Bey Şehitliği, 57. Alay Şehitliği, Bombasırtı, Conkbayırı ve Büyük Anafarta Köyü’nü ziyaret ettik.

Çimenlik Kaleleri, Kilit Bahir Kaleleri, Namaz Gah Tabyası, Koca Seyit Anıtı, Rumeli Mecidiye Tabyası, Sargı Yeri Şehitliği, Yahya Çavuş ve Ertuğrul Tabyası, 57. Alay Şehitliği, Conk Bayırı, Türk Siperleri kısacası bu yarımada, “toprak” diye basılacak yerler değil. Toprağı karıştırdığınız zaman, atalarımızın kemiklerini hemencik görebileceğiniz yerler. Bazen bir mermi kovanı, bazen bir şarapnel parçası, bazen de bir çakı bıçağının çıktığı yerler.

Her gidişimde hüngür hüngür ağladığım, özellikle Sargı Yeri Şehitliği ve 57. Alay Şehitliği, ruh dünyamda derin akisler ve depremler oluşturur. Bu gidişimde de öyle oldu.

Nasıl ağlamayayım? Sargı Yeri Şehitliği’ni her görüşümde oranın; cephe gerisinde, derme çapma bir çadırın sahra olarak kurulduğu, cephede savaşan Mehmetçik kalmadığı için, ağır yaralıların bir kenara bırakılıp, hafif yaralıların öne alınıp tedavi edildiği ve cepheye gönderildiği yer.

Ya Bombasırtı’ndaki 57. Alay! Hücum emriyle birlikte, en alt erinden, en üst komutanı na kadar şehit olan, sancağı düşmana teslim edilmeyerek, bir ağaç dalına asılan, geri dönmeyi düşünmeyerek “şehitlik mertebesine” ulaşan Alay! Hepsinin ruhu şad olsun.

Çanakkale Abidesi’nin yanında bulunan “Meçhul Asker Anıtı”na her varışımda, Vahşi Batı’nın insana bakışını görürüm. Çünkü bu anıt; Çanakkale Savaşları’nda, İngiliz ve Avustralya askerlerinin, Müslüman Türk Mehmetçiği’nin kafasını keserek ülkelerine götürüp bir müzeye sergiledikleri, 88 yıl sonra Ülkemize getirilerek buraya gömülüp abideleştirilmiş bir yer. İşte “Vahşi Batı!” dediğim bundan.

Şu “Anzak Koyu” ismini koyanlara, her Çanakkale’ye gidişimde beddua ederim. Anzak, Fransız, İngiliz, Zellanda ismini taşıyan abidelere, “dostluk” ve “kardeşlik” kılıfı ile müsaade edenlere de binlerce beddua gönderiyorum.

Çünkü Çanakkale; İngiliz ve İngilizler adına Müslüman Türk Vatanı’na saldıran Avustralyalı, Yeni Zelandalı, Kanadalı, Yahudi ve Fransızların, kimyasal silâh dahil orantısız güç kullanılarak, en seçkin Türk evlâtlarının “şehit” edildiği yerdir.

Bu Anzak İngiliz uşaklarının, her yıl Çanakkale’de yaptıkları rezaletlere değinmeden geçeyemeceğim.

Adamlar binlerce kilometre öteden gelmiş, İngilizler adına onbinlerce Türk evladının kanına girmiş, yetmemiş, o gün bugündür her yıl aynı günlerde, tıpkı o günkü gibi bu topraklara yeniden ayak basıp, şarap dolu mide, Haç ve ayinlerle Çanakkale’ye yeniden “saldırıyorlar”. Bunda ne var canım? Diyenler, hain değilse ihanet içerisindedirler.

Müslüman Türk’ün Çanakkale Zaferi, nasıl oluyor da, her yıl Türk’ün düşmanları tarafından, şehit kemikleri üzerinde sarhoş ağızlardan dökülen Haçlı dualarıyla anılıyor? Herkes başını iki elinin arasına alsın ve düşünsün! Binlerce kilometre öteden atalarının izini sürerek Çanakkale’ye gelen ve yediği Türk şamarını hatırlayan bir Haçlı, ülkesine “dost” olarak mı, yoksa “kin” tohumları ile mi dönecektir? Tabiiki “kin” tohumları ile.

İngiliz, Fransız, Yahudi, Kanadalı, Yeni Zelandalı’ların yerli işbirlikçilerine bir soru sormak istiyorum?

Bizim atalarımız 27 Eylül 1529 yılında Viyana’yı kuşattı. Savaştı, başaramadı. Daha sonra 6 Ağustos 1683 yılında ikinci kez kuşattı, başaramadı ve döndü. Biz Türkler her yıl “Viyana Kuşatması” için o topraklara gidip, törenler düzenlesek, çalınan mehter ve okunan Kur’anlar eşliğinde, Viyana’yı temsili olarak, her yıl yeniden kuşatsak, bu Avrupalılar buna ne derler acaba?

Yerli işbirlikçilerin cevabını belli. Çünkü bunlar; Gaziantep’in, Şanlıurfa’nın, Kahramanmaraş’ın kurtuluş yıldönümü törenlerinden rahatsız oluyorlar. Bakın 4 Mart 2008 günü, (ismini de vermek istiyorum) Hürriyet Gazetesi; bu kutlamalarla ilgili bir manşet attı: “Bu Çağda Bu Kafa” diye. Ve devam etti; “AB sürecinde bu tür kutlamalar, toplumlar arasında kaynaşmaya değil, kutuplaşmaya sebep oluyor!”

Yani ben, bunları bu topraklardan defettiğim günü kutlamayacağım ama, bu vahşi emperyalist cellatlar, beni katlettiği günü kutlayacaklar!

Halkımızın gerçek temsilcisi, millî düşünen, millî yazan aydınlarımıza seslenmek istiyorum! Haydin bir kampanya başlatalım!

Her yıl 6 Ağustos günü Viyana’ya gidelim. Şehit olan atalarımız için mehterle ve okunan Kur’an eşliğinde, “temsili Viyana’yı kuşatalım!”

Emperyalist güçler ve yerli işbirlikçilerine rağmen, bunu yapmaya cesareti olanlar “saf” tutsun!

(x) Bu makale 18 Mart 2008 günü kaleme alınmıştır. Yayınladığı hafta çok yoğun istek aldığından, bu yıl Mart ayında tekrar yayınlamak istedim. F.A.

ÖTEKİLEŞTİRİCİ SİYASET - Fahrettin ALİŞAR

ÖTEKİLEŞTİRİCİ SİYASET 

Fahrettin ALİŞAR

falisar@mynet.com 


Türkiye seçim atmosferine girdi gireli, herkesin başka yöne baktığı bir ülke haline getirildi. Bu ülke insanları birbirinden kuşku duymaya ve birbirinin acısıyla ilgilenmemeye başladı. Farklı düşünen her insana; düşman gözüyle bakılmaya, düşman muamelesi yapılmaya başlanıldı.

Yönetici konumunda olanlar; Türkiye’yi hiçbir ortak yanı olmayan insanların zorla bir araya getirildiği bir toplama kampı olarak görüyor. Ağızlarına doladıkları; “farklılıklarımız zenginliğimizdir!” lafı, toplumumuza hiç uymadığı halde, sanki bir atasözüne dönüştürüldü. Ne farklılığı bu! Kitabımız aynı, Peygamberimiz aynı! Kültürümüz aynı! Tarihimiz aynı!

Herkes farklılığına imtiyaz sağlama telaşı içine girince de benzerliklerin müşterisi iyice azınlığa dönüştü.

Öyle bir noktaya geldik ki, ortak yanlarımızdan bahsetmek bile bir tür suç haline geldi. Dini, milli, tarihi, hukuki ve siyası hemen her alanda yandaşlar ve karşıtlar türetildi. Bizden olanlar ve karşıt olanlar, her yerde temel referans alanı olarak kullanılmaya başlandı. Herkes birbirini suçlu ve gayrimeşru ilan etme telaşı içine düştü. Toplum yarılmış durumda. İnsanlar karşıtları tarafından gördüğü, okuduğu, gezdiği, inandığı, sevdiği, nefret ettiği, giydiği, içtiği her şeyden sorumlu tutuluyor.

Biz bu fotoğrafı daha çok gördük. En barizini 12 Eylül öncesinde gördük. Dönemin sosyal, siyasal ve ideolojik manzarasını çıplak gözle izledik. Kardeşin kardeşe nasıl vurdurulduğunu, herkesin dünyaya ve eşyaya nasıl kendi anlamlarını verdiğini gördük. Kot pantolon, uzun saç, kumaş pantolon, sarkık bıyık, “birinci sigarası”, “maltepe sigarası”nın birer ideolojik simge yapıldığına şahit olduk. İşgal edilmiş fabrikaları, kurtarılmış bölgeleri, girilmez mahalleleri ve çıkılmaz sokakları birer birer ezberledik.

Malatya’yı, Çorum’u, Maraş’ı, Sivas’ı kana bulayan gizli eli göremedik ama, kardeş kanını ibretle izledik. Hikayenin sonunun ne denli acıklı bittiğine şahit olduk.

O günlerin bize ders olmadığını, bugünün fotoğrafına bakarak söyleyebiliyoruz! Türkiye’de bugün de taraftarlara, yandaşlara, etnisitelere, mezheplere, bölgelere yönelik ötekileştirici siyaset, alabildiğine devam ediyor. Değerleri bölmek, kavramları karıştırmak, kimlik kavgaları üretmek, tarihi inkar, siyasi bir araç olarak kullanılır hale geldi. Ötekileştirici siyaset sayesinde; toplum bölünüyor, karşıtlık derinleştiriliyor, kamplaştırma üretiliyor. Siyaset sorun çözmek değil, sorun oluşturma aracı olarak kullanılıyor. Birliğe, bütünlüğe, beraberliğe, ortak yanlara ve değerlere vurgu yapan siyasetçilere rağbet yok denecek kadar az. Acı ama gerçek bu! Siyaset; ayrıştırma, ötekileştirme ve başkalaştırma temeli üzerinden yürütülüyor.

Türk toplumu bugün; fiziki anlamda birbirine yakın ve iç içe yaşıyor. Ancak zihni ve ahlaki olarak ayrışmış durumda. Bu durum; ülkedeki sosyal ve siyasal zeminin giderek “ötekileştirilmiş” bir zemine kaydığının açık bir fotoğrafı!

Milli kimliğine bağlı, dinini, tarihini bilen bir siyasetçinin; hırsına yenik düşerek, bu ülkeyi hırslarının aracı haline getirmesi mümkün mü? Ötekileştirici bir siyaset adamı olması mümkün mü?

Ülkenin bu hale gelmesinde; “ötekileştirici siyaset” izleyen siyasiler kadar, meydanı doldurup bu siyasilere alkış tutan ve destek veren seçmenin de sorumluluğu yok mu?

AB(D) GÜDÜMLÜ RİFAİLER - Fahrettin ALİŞAR

AB(D) GÜDÜMLÜ RİFAİLER 

Fahrettin ALİŞAR 

Türkiye’nin TAI gibi bir tesisi var ama kendi uçağını yapamıyor. Niyetleniyor ancak son anda jet ve helikopter üretiminden vazgeçiyor ve satın alma yoluna gidiyor. TAI kendi adına uçak üretemiyor. Hava ve deniz sahalarını kontrol edemeyen ülkeler asla kara sınırlarını koruyamaz.

Bugün Mehmetçiğin elinde bulunan G-3 Alman, M-16 ABD patentli. G-3’leri MKE’de üretiyor olmamız, dilediğimiz gibi kullanabileceğimi ve başka ülkelere satabileceğimiz anlamına gelmiyor. Kıbrıs Barış Hareketı’nda Amerika; “Benim silahlarımı kullanamasın!” demedi mi?

Dünyada ortama 5 trilyon dolarlık dünya ticaretinin yaklaşık yüzde 16’sı silah sektöründe dönmektedir.

Silah holdinglerinde 200 milyar dolar hediye alan Bush yönetimi; ülkesindeki silah şirketlerinin cirosunu artırmak için milli güvenlik adına uluslar arası alanda kendisine sürekli yeni düşmanlar aradı.

ABD 2002 yılında 334,5 milyar dolar olan savunma bütçesini, 2006 yılında 800 milyar dolara yükseltti. Bizim TAI’deki ortak olan Lockheed Martin’in bu pastadan aldığı pay, 200 milyar dolardır.

Ata yadigârı olan, İstanbul surlarını yıkan devasa “şahin topları”nı üreten bir gelenekle kurulan, “Tophane-i Amire’den Makine Kimya Endüstrisi Kurumuna” kadar olan süreçte, silâh sanayimizin hali içler acısıdır.

Yerli üretim “Mehmetçik-1” tüfeğimiz, kısmet olursa birkaç yıl içerisinde silâh envanterimize girecek. NATO standartlarında hafif silah üreten MKE çarkları, kısmet olursa ilk defa bir yerli üretim için dönecek. Bu çarklar yıllardır yabancı patentler için döndü.

Türkiye’de savunma sanayi alanında yaşanan olayları iyi tahlil etmek gerekir. Dün oynanan oyunlar, bugün de devam etmektedir. Konu ile ilgili olarak iki örnek verelim.

Enver Paşa’nın bir kardeşi Nuri Killigil; Kafkas İslâm Ordusu Komutanı idi. Bu değerli komutanın tarihteki yaşadığı olay ibret vericidir. Killigil; 1938 yılında Almanya’dan Türkiye’ye döner ve silâh sanayi alanında arayışlara girer. Sütlüce’de Milli Savunma Bakanlığı bünyesinde bir silâh fabrikası kurar. Kurduğu bu silâh fabrikası 1949 yılında büyük bir patlamayla havaya uçar. Bu patlamada Killigil ve 27 arkadaşı feci bir şekilde hayatını kaybeder. Bu fabrikada patlama sırasında, Mısır’a ihraç edilmek üzere 50 bin tabanca üretilmektedir.

Günümüzde yaşanan bir başka olayı hepiniz bugün gibi hatırlarsınız! 2007 yılında ASELSAN’da çalışan ODTÜ mezunu elektronik mühendislerinden kimi Gölbaşı’nda aracının içinde, sol el bileği ve ensesini keserek, kimi Ankara’nın bir başka yerinde, bir başka şekilde intihar ediverdi! Bilindiği gibi F-16 üretim merkezinde, TAI’de uçakların dost-düşman tanımlamasını yapan elektronik sistemine Türk Mühendisleri dahi giremiyor. Türkiye’nin bilgisi dışında üretiliyor. Bu sistem; Türk F-16’sının, bir uçak ile karşılaştığında karşıdakinin dost mu düşman mı olduğunu gösteriyor. İşte sorun burada başlıyor. Bir Türk F-16’sı; İsrail ve ABD uçaklarından biri ile karşılaştığında onları dost görüyor.

İşte Aselsan Mühendisleri bu uçak tanıma sistem hakimiyetini lehimize çevirmeyi başardı. İntihar süsü olayından önce Aselsan mühendislerinin hangi proje üzerinde çalıştıklarını iyi tahlil etmek gerekir. ABD, herhangi bir savaş sırasında, kendisi tarafından satılmış veya modernize edilmiş elektronik sisteme sahip uçak, helikopter, tank, zırhlı birlikler, izleme sistemleri gibi hayati araçları, uydusundan verdiği bir emirle saf dışı bırakabiliyor. Bu; Türk ordusunun savaş başlamadan yenilgisi anlamına gelir. İntihar ettiği söylenen Aselsan mühendisleri; ABD güdümlü elektronik sistemlerinin kontrol dışı bırakılması, uydu müdahalesini bertaraf edecek yeni elektronik sistemlerin geliştirilerek silahlı gücümüzün millîleştirilmesi için çalışıyorlardı.

Şu tesadüfe bakın! Yine 2007 yılı içinde benzer konularla ilgili çalışmalar yapan dünya çapında Türk bilim insanlarının bulunduğu Atlas Jet yolcu uçağı, Isparta’da “dağı gördüm” diyerek inişe geçtikten hemen sonra daha çıkılarak düştü ve yolculardan kurtulan olmadı. Uçağın kara kutusu incelendi ve pilotun ses kayıtları bulunamadı.

Bugün TSK envanterinde bulunan 170 adet tankın modernizasyonunun İsrail Firmasına verildiğini bilmeyen var mı? Stratejik müttefimiz (!) ABD’nin verdiği istihbari bilgilerle, değerinin on katı parayla İsrail’den satın aldığımız Heron uçaklarının başarılarını anlatanları gördükçe, bir Türk olarak küçülüyorum. NATO’nun ikinci büyük ordusu Türk Silahlı Kuvvetleri’ni, ancak küçültmek için böyle bir yere konulabilir.

Millî Savunma Sanayi alanında atılan her olumlu adımda; bir takım Rifailer devreye girerek, ya iptal yolunu seçiyorlar, ya da milletin gözüne baka baka halka yalan söylüyorlar.

İçimizdeki işbirlikçi, AB(D) güdümlü Rifaileri var oldukça, bizim “millî savunma sanayi”mizi kurmamız mümkün değildir.

FAHRETTİN ALİŞAR

FAHRETTİN ALİŞAR


1963 yılında Konya'nın Derbent İlçesi'nde doğdu. İlk ve orta öğrenimini Derbent ve Konya'da, yüksek öğrenimini G.Ü. Eğitim Fakültesi'nde tamamladı. A.Ü.de lisansüstü eğitimini (mastırını) bitirdi. Yüksek lisans tezini "Türk Memur Sendikacılığının Örgüt Yapısı ve Model Yaklaşımı" konusunda hazırladı.
Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde 17 yıl öğretmenlik ve idarecilikten sonra, Başbakanlık Müşavirliği görevine atandı. 3 yıl Devlet Bakanı Danışmanı olarak görev yaptı. Daha sonra Başbakanlık ÖZİ'ye uzman olarak atandı. Halen bu görevine devam etmektedir.
Mersin'de görev yaptığı yıllar; İçel halk kültürünün araştırılması ve yazılı hale getirilmesi amacıyla, bölgede derleme çalışmaları yaptı. Derlemelerini İçel Kültürü Dergisi, Erciyes Dergisi, Güneyde Kültür Dergisi, Millî Kültür Dergisi ve Millî Folklor Dergisi'nde yayınladı.

10 yıl süreyle Mersin'de, İçel Kültürü Dergisi'nin çıkarılmasına katkıda bulundu.
TRT GAP Televizyonu'na, KKTC Çocuk Oyunları ve İçel Çocuk Oyunları'nı hazırladı ve bu programların danışmanlığını yaptı.
Birçok dergi, bülten ve gazetede; halk bilimi, eğitim ve kamu sendikacılığı konularında araştırma ve makaleleri yayınlandı. Yine birçok yerel ve genel televizyonda bu konularda televizyon programlarına konuşmacı olarak katıldı.
Ahmet Yesevi Üniversitesi Ankara temsilcisidir.
Türkiye Yazarlar Birliği, İLESAM ve Türk Folklor Araştırmaları Kurumu üyesidir.

YAYINLANMIŞ ESERLERİ

· İçel Çocuk Folkloru
· KKTC Çocuk Folkloru
· DERBENT
· ÇİĞİL TÜRKLERİ ve AŞAĞIÇİĞİL
· Nefsimize Zor Gelen Yazılar
· Kamuda Görevde Yükselme Kitabı (GYS)
· Konya Çanakkale Şehitlerimiz
· Derbentli Şehitlerimiz

YAYINA HAZIR ESERLERİ

·Konya Yer Adları, Yerleşik Bulunan Oymak, Cemaat ve Aşiretler
·Türk Memur Sendikacılığının Örgüt Yapısı ve Model Yaklaşımı (Tez Konusu)

falisar@mynet.com