PAVLOS DİNİ’NİN AVUKATI - Fahrettin ALİŞAR

PAVLOS DİNİ’NİN AVUKATI

Fahrettin ALİŞAR

Fener Patriği Bartholomeos’un maksadını aşan çalışmaları ile ilgili, geçen yıl kaleme aldığım makalelerden dolayı, bazı okuyucularımdan olumsuz tepki almıştım. Elektronik posta adresime ve makale altına düşülen notlarda, “diyalog süreci”ne balta vurmakla suçlanmıştım. Aradan bir yıl bile geçmemesine rağmen, bu suçlamaların haksız olduğu ortaya çıktı. Bartholomeos, bir Amerikan televizyonuna verdiği mülakatta, “Türkiye’de kendimizi çarmıha gerilmiş hissediyoruz!” deyiverdi.

Fener Patriği Bartholomeos’un, “Türkiye’de kendimizi çarmıha gerilmiş hissediyoruz” sözünü iyi niyetle yorumlamak mümkün değildir. Nasıl iyi niyetle yorumlayabiliriz ki? Bizim tarihimizde, bu coğrafyada kim çarmıha gerilmiş ki? Aslına bakarsanız Bartholomeos görevini yapıyor.

Bu konuda Müslümanları rendice eden olay; Bartholomeos’un televizyon demecinin basına yansımasının hemen ardından, avukatı olan Kezban Hatemi’nin; “Hâlâ Patrikhane’nin sokağı, patrik asan sadrazamın adını taşıyorsa, diken üstünde değil misiniz?” sözüdür.

Sayın Kezban Hatemi’ye cevap vermek durumundayız. Cevap yazarken, ölçülü kelimeler kullanmak için, kendimi zor tuttuğumu da belirtmek isterim. Hatemi’nin kastettiği Sadrazam Ali Paşa’dır. Peki Sadrazam Ali Paşa kimi astırmış? On binlerce Müslüman’ın kanına giren Patrik V. Grigoryos’u. Nerede idam etmiş? Tam da Patrikhane kapısında!

Sayın Kezban Hatemi! Sadrazam Ali Paşa’nın Patrik Grigoryos’u neden astığını neden sorgulamıyorsun? Katledilen on binlerce Müslüman’ı katletme zihniyetini neden izah etmiyorsun? En önemlisi de, Grigoryos’un cezalandırıldığı kapının adını “kin kapısı” ilan eden zihniyeti niçin sorgulamıyorsun? Bartholomeos bu kapıyı neden açmıyor? Çünkü Bartholomeos ve avaneleri diyorlar ki; “Patrik V.Grigoryos’a eşdeğer bir Müslüman din büyüğü asılmadan, bu kapı açılmayacak!” Yani orada bir Diyanet İşleri Başkanı asılmadan, o kapıyı açmayacaklar. İşte siz bu kafadaki Bartholomeos’un avukatısınız!

Değerli dostlar! Kezban Hanım’ın, Mina Kırıkkanat ile ilgili gazetelere yansıyan şu sözlerini iyi tahlil etmeliyiz! Çünkü O’nu daha da yakından tanımamıza yardımcı olacaktır. Diyor ki; “Bu kadın hasta. Keşke Hıristiyan olsa! Hıristiyan olsa, Tanrı korkusu olurdu, Allah onu ıslah etsin!” Dikkat edin, ona Hıristiyanlığı öneriyor. “Keşke Müslüman olsa” diyemiyor.

Kezban Hatemi’yi bazen Hrant Dink’in avukatı olarak gördük. Bazen de medyatik ve sosyetik boşanma davalarının avukatı! Meselâ Sibel Can, Cem Hakko, Elif Dürüst, Mehmet Germiyangil bunlardan bazıları.

Biz Fener Patriği Bartholomeos’un zihniyetini çok iyi biliyoruz! Bartholomeos’un temsil ettiği inanç, Hz. İsa’nın Dini değildir. Bir “Pavlos Dini”dir. Ama insanlara bir “Hıristiyanlık Dini” olarak takdim edilmektedir. Bu Din; Yunan felsefesi ile Pavlos’un şirk kokan tortusudur.

Kezban Hatemi’ye hatırlatmak isterim! 16 Mayıs 1919’da Paris’te toplanan, “4’ler Konferansı”nda, İngiltere’nin öncülüğünde, Müslüman Türkleri Anadolu’dan, “Asya steplerine sürülme planları”nı, daha biz unutmadık! Aynı tarihlerde İstanbul’da, içimizden çıkan senin gibi “Müslüman görüntülüler”in, “İngilizleri istiyoruz, Türklerin kendi güçleri ile adam olmalarına imkân yok, bu acı bir durum ama hakikat!” diyerek, 24 saat içinde 40 bin imza toplayanları unutmadık, unutmayacağız!

Biz yine 21 Mayıs 1919’da İstanbul’da yayınlanan “Alemdar Gazetesi”nde, “İngilizler’i istiyoruz!..” manşetini, bu slogan ile yürütülen kampanyaları da unutmadık!

Kezban Hatemi, sözleri ve eylemleri ile artık kendini ele vermiştir. O, Yunan felsesi ile Pavlos’un şirk kokan tortularının temsilcisidir. Bu tortuların avukatıdır.

GÜNEYDOĞU’DA MAO MODELİ - Fahrettin ALİŞAR

GÜNEYDOĞU’DA MAO MODELİ

Fahrettin ALİŞAR

Caddeler, sokaklar savaş alanı gibi. Esnafın ekmek kapısı, bindiği otomobili taşlanıyor. Buna tepki olarak, dükkân sahibi esnaf silaha sarılıyor. Türk-Kürt çatışması, çakılacak bir kibrit çöpüne bağlı.

Biz bu senaryoları daha gördük. Sağ-sol çatışmasını, Suni-Alevi kapışmasını yaşadık. Perde gerisinde düşmanın yazdığı senaryoyu, yaşayarak öğrendik.

Yine aynı senaryo devreye sokuldu. Senaryoyu yazanlar aynı, oyuncular değişmiş.

Kardeşi kardeşe düşüren kıvılcımı çakan karanlık eli kaçımız biliyor? Kahramanmaraş olaylarının perde arkasını konu alan, Sayın Ökkeş Şendiler’in “Kanlı Oyun” kitabını kaçımız okudu? Okusaydık ibret alırdık!

Şeytan taşlamaktan, elimiz ibadete değmiyor. İnsanımız cephelere ayılmış durumda. Dinlemeyi unutmuşuz, anlama melekemizi kaybetmişiz, nezaketi öldürmüşüz.

Hani Müminler kardeş idi? Hani biz en az bin yıldır ortak kaderi paylaşıyorduk? Ne oldu bize?

Bizim tarihimiz bir, kıblemiz bir, Peygamberimiz bir, Ali’miz bir, toprağımız bir, düşmanlarımız aynı değil mi?

Ben senin dizinin önünde bayılsam, ambulans için acil servise telefon açmayacak mısın? Evim yansa kapını bana açmayacak mısın? Bana bir dilim ekmek uzatmayacak mısın?

Bütün bunları elin Amerikalısı, İngiliz’i, Fransız’ı mı yapacak? Yoksa sen mi yapacaksın?

Bu işte bir yanlışlık var, hiç hissedemiyor musun?

Bu gittiğin yol, çıkmaz sokak görmüyor musun?

Niçin sizinkiler, bizimkiler diyerek ayrılıklarımızı konuşuyoruz? Hiç birlik yanımız yok mu?

Sizinkiler-bizimkiler ayrımı o kadar kesin ki; bizim lider ve bizim parti peygamber (!) gibi “ismet” sıfatlı, sizinkiler şeytan fıtratlı mı? Bu nasıl bir anlayış?

Bu anlayış; aklın, kalbin ve vicdanın başka bir akla, başka bir kalbe ve başka bir vicdana ipotek koyması değil mi?

Bizi camilere doldurup yakanları, ayrılıklarımızı öne çıkararak, yut değirmenine su taşıdığını niye fark etmiyorsun?

Cezayir’den Yemen’e kadar o topraklar nasıl elimizden çıkıp gitti? Balkanlar nasıl elimizden kaydı?

Bizi bize kırdırıyorlar. Hangi gurup, hangi parti, hangi cemaatten olursak olalım, dört dörtlük haklı olmamız mümkün değil! Her kim ben yüzde yüz haklıyım diyorsa, bilsin ki; Aşere-i Mübeşşere bile bu görüşte değildi?

Komşumuzda cenaze varken ve komşumuz ağlarken, başımıza yorganı çekip uyuyamayız, uyumamalıyız! Çünkü biz komşudan öteyiz!

Bizim en az komşudan da öte birlikteliğimizi, nasıl olur da bir Maocu örgüt kolayca bozabilir?

Ey benim kıblesi bir, Peygamberi bir, Ali’si bir, toprağı bir, düşmanı bir Güneydoğu halkım! Seni Maocu bir PKK örgütü temsil edemez! Biliyorum, sen sinsice oynanan oyunlarla, Maocu PKK’nın kucağına itildin. Seni temsil eden devletin 30 yıldır seni bu Maocu militanların kucağından alamadı. Ama sen bu oyunun farkına var.

Oyun büyük! Oynanan oyun “Mao modeli.” Tıpkı 10 bin kişi kalan Mao militanlarının, İkinci Dünya Savaşı başladığı için, Çin ordusunun içine kabul edilmesi gibi! Mao’nun 10 bin militanının, ordu içine dağılıp, bütün orduyu komünistleştirdiği gibi. Çünkü ortada bir örgüt var ve bu örgütün hedefi var. Oyunun farkına var, bu kirli oyunu boz!

ABD’NİN İKİNCİ VİETNAMI - Fahrettin ALİŞAR

ABD’NİN İKİNCİ VİETNAMI

Fahrettin ALİŞAR

ABD Afganistan’da giderek bataklığa saplanmaya başladı. Bunun ilk işaretlerini kendi Dışişleri Bakanı Hillary Clinton veriyor. Diyor ki; “Tüm Ülkeler Afganistan Misyonunda Rol Oynamalı. Türkiye gibi nüfusu Müslüman olan ülkeler, Afganistan’da aşırılıkla mücadele için aktif rol almalı. Türkiye’nin katkısı bizim misyonumuz için hayatidir.”
ABD’nin esas misyonunu, eski Türkiye Büyükelçisi Eric Edelman açıklamıştı: “İslam Dünyasında reform, ABD’nin 21. yüzyıldaki en önemli stratejik girişimidir ve Türkiye’nin başarısı da bunda büyük rol oynayabilir.”
Edelman’ın cümlesinden şunu anlıyoruz. ABD İslam dünyasında reform yapacak, Türkiye de bu konuda ABD’ye yardım edecek, bu savaşa destek olmak için asker verecek!
ABD’nin Türkiye’ye dayattığı konulardan biri de Türkiye’nin İran’a, yaptırımlar konusunda destek olması. Bilindiği gibi Türkiye, BM Güvenlik Konseyi’nin daimi olmayan üyesidir. Batılı diplomatlar “İran’a yaptırım” konusunda bir oylamanın yapılacağını belirtiyorlar. Bu durumda Türkiye bir oylama yapılırsa, hangi tarafta yer alacak. Veya İran’a yaptırımı destekleyecek mi?
Konu ile ilgili ABD’li bir diplomat aynen şöyle dedi: “’Yaptırımlar konusunda bir oylama yapılırsa, o zaman Türkiye’nin yanımızda mı, yoksa karşı tarafta mı olduğunu öğreneceğiz ve bundan sonraki tutumumuzu ona göre belirleyeceğiz!” Bu aslında, tehdit vari bir beyanattır.
Türkiye İran ve Afganistan konusunda, ABD tarafından sıkıştırılıyor. Hata yapmaya zorlanıyor.
ABD Afganistan’da gittikçe bataklığa ilerliyor. Bu gidişle bataklığa batacaktır. İran’ın Paris Büyükelçisi Seyid Mehdi Mirabutalebi, konu ile ilgili şu açıklamayı yaptı “Afganistan’da neden yabancı güç var? El Kaide’yi kim kurdu? Taliban’ı kim kurdu? Hem El Kaide’yi hem de Taliban’ı Amerika kurdu. Afganistan’da olmak için bu örgütleri bahane ediyor. Amerika doğal kaynaklar için bu bölgede ama Amerikalılar için Afganistan ikinci bir Vietnam olacaktır.”
Rusya Kızılordu generali Viktor Yermakov’un CNN’e verdiği mülakat, Afganistan’da tarihin tekerrür ettiğinin bir kanıtı gibiydi. Yermakov dedi ki; “Obama’ya sesleniyorum. Afganistan’da ek asker için harcayacağınız parayla, bölgeyi kalkındırmaya çalışın. Okul ve cami yapın. Gözlerimizin önünde tarih tekerrür ediyor. Afgan mücahitlerine karşı Sovyet birlikleri, mücadelesinde başarısız oldu. İlginç bir şekilde, o dönemde bu gruplar ABD tarafından destekleniyordu. Sovyetler Birliği, bölgedeki askeri gücünü 100 bine kadar çıkardı. Ancak 15 bin kişiyi geride bırakarak döndü. Şimdi Obama da bölgedeki asker sayısını 100 bine çıkarmak istiyor. Ek asker göndererek bölgede hiçbir iş başarılamaz. Tek bir şey olur; Obama havalimanına daha fazla giderek, öldürülen Amerikan askerlerine son görevini yerine getirir.”
Eski Dışişleri Bakanı ve Nato Afganistan işgal kuvvetleri adına yöneticilik yapan Hikmet ÇETİN; “Amerika Afganistan’a 30 bin, değil 300 bin asker gönderse de yetmez!” Beyanında bulundu.
ABD’nin Afganistan işgalinin ardında, dünya hâkimiyeti kurgusu var Bu ideoloji sapık bir ideoloji. ABD’nin bir başka amacı da; Asya’daki enerji kaynakları ile birlikte Rusya ve Çin’i kontrol altına almak. Sovyetler de bir zamanlar Afganistan üzerinden sıcak denizlere inmek istiyordu. Fakat gerilla savaşı ile geçmiş bir tarihe sahip olan Afganistan, işgalcilere hep mezar oldu.
Türkiye’den Afganistan için çatışacak asker isteyen ABD, dünya hâkimiyet kurgusu ile işgal ettiği Afganistan’da gittikte bataklığa saplanıyor. Afganistan ABD’nin ikinci Vietnamı’dır. Müslüman bir ülke olan Türkiye’nin, diğer Müslüman ve kardeş ülke Afganistan’a çatışacak asker göndermesi, onarılması imkânsız bir girişim olacaktır.
Afganlı kardeşlerimizin Milli Mücadele yıllarında yaptığı karşılıksız yardımları unutarak, emperyalist işgalcilerle işbirliğine asla meyletmeyelim!. Zaten ABD kendisi için ikinci bir Vietnam olan Afganistan’dan, işgalci askeri kadar, zayiat vererek geri çekilmeye mecbur kalacağını bilelim!

YÜZÜMÜZÜ GÜNEŞE ÇEVİRDİKÇE, GÖLGE GÖRMEYİZ. - Fahrettin ALİŞAR

YÜZÜMÜZÜ GÜNEŞE ÇEVİRDİKÇE, GÖLGE GÖRMEYİZ.
Fahrettin ALİŞAR

İnsan olarak her zaman sakin bir liman ararız. Sakin bir liman yerine, gemilerimizi fırtınalara karşı donatmayı, fırtınaya karşı tedbir almayı, birinci önceliklerimiz arasına nedense almayız!

Çevremdeki bazı insanların, karamsar tablolarla kendini ve çevresini boğduğunu gördükçe içim kararır!

İyimser olmak, geleceğe umutla bakmak önemlidir. Olaylara böyle bakan insanlar ve toplumlar, her zaman bir adım öndedir. Karamsarlık edebiyatı ile geleceğimizi karartmanın kime ne faydası vardır.

Olağanüstü olaylar karşısında bile, soğukkanlı olmak, gelecek ile ilgili umudumuzu yitirmemek, inancımızın gereği değil midir? İnançlı insan, umutlu ve iyimser insandır.

İstediğiniz bir örnek olmayacak ama size Fransa’da yaşanan bir olaydan bahsetmek istiyorum! Çünkü okuduğum zaman çok etkilendim. Hıristiyan bir kadında bulunan inanca bakın!

Fransa'da dokuz yaşında bir kız çocuğu, tek kişilik uçağı ile o yaşta birinin yaptığı, en uzun uçuşu gerçekleştirmeye çalışır. O yaşta tek başına uçak kullanmayı hem de uzun mesafeli uçuşu öğrenir. Kendisini rekora taşıyacak uçuşa başlar. Bir müddet güzel uçtuktan sonra, uçak büyük bir gürültüyle yere çakılır. Tabii ki küçük kız hayatını kaybeder. Ertesi gün cenaze töreninde herkes küçük kızın annesini izler. Son derece yıkılmış olacağı zannedilen anne, gayet metin bir tavırla “neler hissettiği” sorusuna şu cevabı verir:

"-Ben böyle bir insanla dokuz yılımı geçirdiğim için Tanrı'ya şükrediyorum."

Böylesi bir felaket karşısında bile olumlu bir duygu içinde olmayı başarmış bir insan, üstelik bir anne! Dokuz yaşında kızını kaybetmiş bir anne! Sarf ettiği cümlenin sonunda da kendi inandığı “Tanrısı” var!

Bir başka örnek ile devam etmek istiyorum. Anlatacağım olay; bir trafik kazasında sekiz yaşında oğlunu ve beş yaşındaki kızını kaybetmiş, karısı ağır yaralı bir eğitimcinin hikâyesi! Ne büyük bir trajedi! Adam komada altmış gün kalmış olan karısına, çocuklarının öldüğünü söylememiş. Bu olaydan sonra şöyle düşünmüş:

"-Kızımı uzak bir ülkeye gelin, oğlumu uzun süreli askerlik görevine gönderdiğimi varsayarak, Allah bizi diğer tarafta birleştirsin diye dua ettim. Eşim hastaydı ve ona destek olmak bana düşüyordu. Eğer ben çocuklarımın ölümünden dolayı kendimi hayattan soyutlamış olsaydım, ne eşim hayatta kalabilirdi, ne bu olaydan sonra çocuklarımız olabilirdi, ne de ben mesleğime devam edebilirdim."

Bu da muazzam dersler çıkarılacak gerçek bir hikâye! Bir eğitimcinin gerçek hikâyesi!

Yanlış anlaşılmasın! İyimser olmak, sorunları örtbas etmek değildir. Aksine iyimser bunun farkındadır. Ancak sorunlar karşısında bocalamaz. Kısmi çözüm aramaya önem verir. Kesin çözüm uzak görünse de, probleme bir yerinden dalar ve ilerlemeye çalışır.

Hayat hızla akıyor. Hiçbir sorun, insanın kendisinden daha önemli ve öncelikli değildir. Sorunlardan korkanlar, beklentilerini çok yüksek tutanlar, ama beklentilerin karşılanmasında paralel davranışı gösteremeyenler, sorunların arasında ezilir giderler. Ömrünü ahlarla, vahlarla geçiren, doğan her günü büyük bir sorunun habercisi olarak görenlerin kendi hayatlarına ve toplumsal sisteme katabilecekleri bir değer olmayacağı ortadadır.

Sorunlar çözülmek için vardır. Teslim olmak, görmezden gelmek, arkasından dolaşmak, sorunları bertaraf etmeyecektir. Normal ve olağan zamanlar değil, olağanüstü zamanlar bizim ne olduğumuzu ortaya çıkarırlar. Kim olduğumuz, sorunlara yaklaşımımızda hemen görünür. Marifet sorun çıkmamak için uğraşmak değil, çıkan sorunu çözmekte yatmaktadır. Bu nedenle güçlü bir ruha ve zihne çok ihtiyaç vardır. Sorunlarla başa çıkmada iyimser bir bakış açısı insanın elindeki en önemli kozdur. Montaigne'nin dediği gibi; gülün dikenli olduğuna yerineceğimize, dikenler içinde güller açtığı için sevinelim!

Unutmayalım! Yüzümüzü güneşe çevirdikçe gölge görmeyiz!
Not: Yarın Kurban Bayramı. Bayramınızı dayanışma ruhu ile idrak etmenizi, daima iyimser olmanızı, yüzünüzü daima güneşe çevirmenizi dilerim. Hayırlı Bayramlar. F.A.

DERSİM İSYANINDA ALEVİLİK İSTİSMARI - Fahrettin ALİŞAR

DERSİM İSYANINDA ALEVİLİK İSTİSMARI

Fahrettin ALİŞAR

Dersim isyanı, Milli Mücadele sonrası kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet otoritesine karşı yapılan bir başkaldırıdır. Tunceli ve havalisine yerleşik bulunan dört-beş derebeyi aşiretbaşının, cahil tebanın sırtından elde ettiği zenginliği koruma çabasıdır. İngiltere’nin verdiği destek ile kendine verilen güvenin ve şımarıklığın dışa vurmasıdır.

Kürt aşiret reisi Seyit Rıza’nın öncülük ettiği bir aşiret isyanıdır. Seyit Rıza; Tunceli’de devlet otoritesini kabul etmemiş, bağımsız bir devlet kurmak istediğini açıkça beyan ederek isyana kalkışmıştır. Etrafında topladığı silahlı kişi sayısı 30 binin üzerindedir. İngiltere’den ciddi manada destek aldığı, hatta konu ile ilgili İngiltere’ye yazdığı destek isteyen mektubunun, tarih arşivlerinde olduğu, kabul gören tarihçilerin görüşüdür.
İngiliz destekli Seyit Rıza, silâhlı 30 bin isyancısı ile birlikte önce Türkiye Cumhuriyeti’ne meydan okumuş, ardından Türk Jandarma Birliklerine saldırmış, askeri kışlaları basmış, askerleri kışlalarında tepeden tırnağa katletmiş, yöredeki bütün köprüleri, kamu dairelerini yakıp yıkmıştır.

Bölge Asayiş Komutanı Abdullah Paşa, 30 bin silahlı aşiret reisi Seyit Rıza’nın avanesi ile baş edemeyince, Ankara olaya müdahale etmiş, bölgeye ancak 25 bin asker sevk ederek isyanı bastırabilmiştir. İsyan bastırıldıktan sonra, isyancı aileler sürgüne gönderilmiş, ileri gelenleri de idam edilmiştir.

İsyanın büyüklüğü ve sertliği, bazı hataların yapılmasına da sebebiyet vermiş olabilir. Ama devlet, bir isyan nasıl bastırılmak gerekiyorsa onu yapmış, güç kullanarak isyanı bastırmıştır. Bu isyan bastırılmamış olsaydı, bölgedeki emperyalist güçlerin, bu coğrafyada sergilemek istedik oyun sahnelenmiş olacaktı.
Seyit Rıza’nın idam edilmeden önce söylediği belirtilen “Kerbelâ evlâdıyız!” sözü oldukça tartışmalıdır. Çünkü Seyit Rıza bir Kürt aşiretine mensup aileden gelir. Alevi olduğu tartışmalıdır. İsminin “Seyit” olması, Hz. Ali soyundan geldiğini göstermez. Çünkü Hz. Ali soyundan gelmesi için O’nun Arap kökenli bir aileden gelmesi gerekir.

Dersim hadisesinde devlet, Alevilikle değil, isyancılarla mücadele etmiştir. Hal bu iken, bugün birilerinin hadiseyi “Alevilik” noktasına taşıması manidardır. Aleviliği istismar etme ve kullanma arzusudur.

Bizim tarihimizdeki olayları tahrif etme oldukça sık yaşanmıştır ama bu olayı bu kadar tahrif etme hiç yaşanmamıştır. Dersim isyanının Alevilikle uzaktan yakından alakası yoktur. Olay, bir Kürt aşiret reisinin, devlete başkaldırı ve devletin zor kullanarak bastırma hadisesidir. Zor kullanılırken zaman zaman ölçü kaçırılmış olabilir? İsyan sonrası zorunlu göçe tabi tutulan ailelerin durumu, idam sehpasına gönderilen isyancıların sayısı tartışılabilir! Ama olayları bir “Alevi” karşıtlığı, Aleviliğe karşı devletin yaptığı bir suç konumuna çekme, olayları tahrif etme çabasından başka bir şey değildir.
Kürt aşiret reisi Seyit Rıza’nın “Kerbelâ evlâdıyız!” sözünün kaynağı araştırılmalıdır. Onun “Seyit” ismini taşıması, Hz. Ali’nin soyundan geldiğini de asla göstermez.

Zaten Aleviliği İslâm dışı gören, siyasallaşmış yapay Alevilerin, bu konuya mal bulmuş mağribi misali atlamaları da anlamlıdır.

ATATÜRK’ÜN VASİYETNAMESİ TARTIŞILMALIDIR. - Fahrettin ALİŞAR

ATATÜRK’ÜN VASİYETNAMESİ TARTIŞILMALIDIR.

Fahrettin ALİŞAR

falisar@mynet.com

Araştırmacılar için arşiv çalışmalarında objektif davranmak ve kamuoyunu bilgilendirici belgelerin, cesaretle açıklanması çok önemlidir.

Geçen yıl 10 Kasım’da; “Can Dündar’ın Mustafa”sını tartıştık, bu 10 Kasım’ da da TBMM’de gündeme getirilen “açılımın” kavgasını yaptık.

Oysa biz hâlâ Atatürk’ün 50 yıl sonra açıklanmasını istediği “vasiyetnamesini” tartışamadık. Atatürk; vasiyetnamesini bizzat kendi el yazısı ile yazıp, noter huzurunda mühürleterek bir zarfa koydurmuş, Ziraat Bankası kasalarına göndermiştir. Bu kasalarda kilitli tutulan, daha sonra 12 Eylül Cuntası’nın lideri Kenan Evren’in Cumhurbaşkanlığı(!) döneminde açılan, fakat Kenan Evren’in; “kamuoyuna açıklanması sakıncalıdır!” diyerek, Genel Kurmay arşivine kaldırttığı “vasiyetnameyi” bu 10 Kasım’da tartışmalıydık.

Mesleğim gereği, Toros Dağları ile Akdeniz’in kucaklaştığı Mersin’de 16 yıl görev yaptım. Görevim sırasında Mersin’de tanıştığım Mersinli işadamı Alaaddin Tumluer’in, Atatürk’ün vasiyeti ile ilgili anlattıklarına önce inanmadım. İşadamının anlattıklarını, dedelerinin kahramanlıklarını öne çıkarmak için anlattığı “avcı fıkraları” gibi yorumladım. Ancak bu işadamının 2005 yılında, bu konuyu yargıya taşıdığını öğrenince, konunun ciddi olduğunu kavrayabildim.

İşadamı Alaaddin Tumluer; 1992 yılında, Muğla-Marmaris-Armutalan’a gider ve Kenan Evren ile görüşür. Kenan Evren Tumluer’e, Atatürk’ün vasiyeti ile ilgili bilgilerin doğru olduğunu belirterek, kendisinin artık emekli olduğunu, bu gizli vasiyetin Genelkurmay arşivinde saklandığını, bu vasiyeti açıklama görevinin Genel Kurmay Başkanlığı’na ait olduğunu beyan eder.

Alaaddin Tumluer; 12 Nisan 2005 günü Ankara 3.Sulh Hukuk Mahkemesi’ne müracaat eder. Bu müracaat 12.Sulh Hukuk Hakimliği’ne havale edilir. 4 Mayıs 2005 tarihinde duruşma yapılır. Alaaddin Tumluer bu duruşmada; Atatürk’ün gizlenen vasiyetinin bulunması için Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, Genelkurmay Başkanlığı, Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşarlığı’na yaptığı her türlü müracaatların suretlerini mahkemeye takdim eder. Kenan Evren ile ilgili diyaloglarını da mahkemeye delil olarak sunar.

Mahkemeden netice alamayan Mersinli işadamı Alaaddin Tumluer, 31 Mayıs 2007 tarihinde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne müracaat eder.

Mersinli Alaaddin Tumluer’in, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne vermiş olduğu dilekçede çok ilginç cümleler vardır. İşte bu dilekçeden bir bölüm:

“-Türkiye Cumhuriyeti kurucusu ve 1. Cumhurbaşkanı olan Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ümüzün sağlığında, eski Türkçe olarak kaleme aldığı, bilinen fakat eksik açıklanan vasiyetnamesinin devamı olan, ölümünden 50 yıl sonra açılmasını istediği, Türk Milleti’ni, Türk-İslâm Âlemini, Vatikan’ı ve dolayısıyla beşeriyeti ilgilendiren bir gizli vasiyetnamesi vardır.” Diyor ve uzun dilekçesine devam ediyor.

Alaaddin Tumluer; Atatürk’ün vasiyeti ile ilgili bilgilere, dedelerinin ölmeden önce evlatlarına aktardıkları bilgilerden ulaşmış. Tumluer’in dedesinin ağabeyi, Milli Mücadele yılları ve sonrasında Atatürk’e çok yakın bir yerde görev yapmış. Vasiyetnamede adı geçtiğinden emin. Dahası vasiyetname ile ilgili, yakın tarihimize ışık tutacak çok önemli bazı konuları biliyor.

Acaba Atatürk’ün vasiyetinde, yakın silâh arkadaşları (meselâ İsmet İnönü, Kazım Karabekir, Fevzi Çakmak) ile ilgili bir vasiyeti var mı? Acaba İsmet İnönü’nün çocuklarına neden maaş bağlanmasını vasiyet etti? Son günlerinde Kazım Karabekir’e kimler aracılığı ile haber gönderip gelmesini istedi ve Kazım Karabekir’e gönderilen kuryeyi kim engelledi?

Yine Atatürk’ün vasiyetinde Vatikan ile ilgili neler yer alıyor? Vatikan’ın Ortadoğu ve Türkiye üzerinde çevirdiği dolaplar ve içimizdeki işbirlikçileri ile ilgili hangi görüşleri yer alıyor? Cuntacı Kenan Evren neden, Atatürk’ün “50 yıl sonra açıklansın” dediği vasiyetnameyi, “açıklanması sakıncalıdır” diyerek, Genelkurmay arşivine gönderiyor? Böyle bir yetkisi var mı?

Atatürk’ün özel yaşantısı ile ilgili belgeleri toplayıp, film diye halka yutturmaya çalışma çabaları, bizim eski Marksistlere yakışan bir anlayış olsa gerek! Hiçbir toplum, kendine ait “millî değeri” olan kişilerin “özel yaşantısını” tartışmaz. Eksileri artıları ile Atatürk; Fatih, Kanuni, Yavuz, Mevlânâ, Yunus gibi bizim “millî değerlerimiz” hanesine yazılmıştır. Biz bize ait bu millî değerlerin özel yaşantısını değil, tarih sahnesinde oynadıkları rolü ve fikirlerini tartışmalıyız.

Örneğin; Atatürk’ün 1937 yılında, Filistin topraklarında bir İsrail Devleti’nin kurulması için oynanan tezgâhları bozmak için söylediği sözleri ve girişimleri, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v)’in mezarının yıkılmasını önlemek için yaptıkları ile ilgili arşiv belgelerini tartışmalıyız.

Kısacası Türkiye bu yılki 10 Kasım’da bunları tartışmalıydı. En önemlisi Atatürk’ün kendi el yazısı ile yazdığı ve “50 yıl sonra açıklansın” dediği vasiyetnamesini mutlaka tartışılmalıydık. Ama son iki yılda yine Can Dündar’ın “Mustafa”sından ve TBMM’deki “açılım” kavgasından buna zaman ayıramadık.

YÜZÜMÜZÜ DOĞU’YA ÇEVİRMEK - Fahrettin ALİŞAR

YÜZÜMÜZÜ DOĞU’YA ÇEVİRMEK

Fahrettin ALİŞAR

Son günlerde Türkiye’nin Suriye-İran-Pakistan gibi ülkelerle ilişkilerini iyileştirip, ileri düzeye taşıma çabaları, Batı’nın içimizdeki paralı yazar-çizerlerini harekete geçirdi. Kurdukları cümleler hep aynı: “Aman Batı’ya sırtımızı çevirmeyelim! Aman yüzümüzü Doğu’ya dönmeyelim!”
Aslına bakarsanız; Batı’nın bütün yüzü zaten Doğu’ya dönük durumdadır. Yüzünün dönüklüğü bir tarafa, Batı’nın bütün hayatı ve organları, Doğu’nun içindedir. Yeter ki menfaat olsun ve nimetlerin üstüne konsun! Bugün Doğu’daki petrol yataklarının ekseriyetinde, ABD ve Avrupa ülkeleri petrol arıyor. Yer altı ve yer üstü zenginlerini silah zoruyla alıp, Batı’ya götürüyor.
Batı, Doğu’yu sömürürken bu yazar-çizer takımı yorum yapmıyor. Türkiye’nin Suriye-İran-Pakistan ile ilişkilerini ileri düzeye taşıma çabaları karşısında kıyamet koparıyor. Bu ne yaman bir çelişkidir.
Batılı siyaset adamlarının buluştukları ortak nokta; Doğu’nun nimetlerine kendilerinden başka ortak almamak, Doğulu gariban ülkelerin nimetlerine konmak, her milletin kendi nimetini kullanması istememektir. Bu ülkelerin kalkınmasını, güçlenmesini, üretiminin artmasını, kendi kendine idare edecek güce kavuşmasını, yer altı ve yerüstü zenginliklerinin ve servetinin her ülkenin kendisinin kullanmasını asla istemezler.
İşte bunun için de Doğu ülkelerindeki bazı yazar-çizerleri; para ile başka nimetlerle kandırarak, beyinlerini yıkayarak, o ülkedeki etkili basının başına ya da kadrosuna getirirler. Onları Batının askeri gibi, ileri karakolu gibi kullanırlar.
Özellikle İslam Ülkeleri arasındaki işbirliği ve dayanışma, ortak nimetleri kullanma, kardeşçe münasebetlere girme, onları çok rahatsız eder. Çünkü İslâm Ülkelerinin gelişip güçlenmesini, daha müreffeh bir hayat sürmesini, dünya nimetlerini onların da kullanmasını istemezler. Bu konuda Osmanlı’nın mirasçısı durumundaki Türkiye ve köklü bir devlet geleneğine sahip İran’ın üzerinde çok durmaktadırlar.
Bütün bunlar, belli bir ideolojinin ve Batı kaynaklı emperyalizmin psikolojik harp taktiğidir.
Batılı Ülkeler kendileri, doğrudan Doğu Ülkelerinin iç işlerine karışmasalar da o ülke içindeki ajanları yoluyla ülkenin idarecilerini baskı altına alıp, çıkarlarını korutmaktadırlar.
Bu anlamda, Dışişleri Bakanımız Sayın DAVUTOĞLU’nun İslâm Ülkeleri ile iyi ilişki kurma çabası, çok olumlu bir adımdır.
İslâm Ülkeleri ile karşılıklı çıkar ve kardeşlik esasına dayanan münasebetleri yanında, bir tarafı yaparken başka bir tarafı da yıkmamak gerekir.
İslâm Ülkeleri ile iyi geçinmek ve dostlukları artırmak çok önemlidir. Bunları yaparken, ABD ve Avrupa Birliğinin dayatmaları sonucu, Ermenileri memnun edeceğim diye Azerbaycan’ı gücendirmek, olumlu bir girişim değildir. Elbette ki Osmanlı döneminde “sadık millet” olarak anılan Ermenistan ile tarihi düşmanlığı bitirmeye çalışmak gerekir. Ancak taviz vererek bu sorunun çözüleceğine inanmak, saflık olur. Nitekim bunu Kıbrıs’ta gördük.
Batı’ya yüzümüz kapalı bir politika izleyelim demiyorum! Elbette ki Batı ile de iyi ilişkilerimiz olsun! Batı’nın kendimize göre olumlu yönünü alalım! Ama ağaç kökümüzün olduğu yeri asla ihmal etmeyelim. Nitekim Dışişleri Bakanı Sayın DAVUTOĞLU’nun Ortadoğu gezisinde, buradaki Müslümanların gösterdikleri ilgi, Sayın Başbakan’ın İsrail ile ilgili yaptığı sert çıkış sonrası, Filistin halkının sokaklara dökülüp Türk Bayrağı sallaması, bu coğrafyanın, Osmanlı adaletine ne kadar çok susamış olduğunu gösterir.
Türkiye ülke menfaatleri için her yöne dönmelidir. Ama öncelikle Doğu’ya yüzünü dönmelidir. Çünkü güneş daima Doğu’dan doğar.

ABD’NİN MEDENİYET EGEMENLİĞİ BİR ÜTOPYADIR. - Fahrettin ALİŞAR

ABD’NİN MEDENİYET EGEMENLİĞİ BİR ÜTOPYADIR.

Fahrettin ALİŞAR

1500’lü yıllarda Yavuz Sultan Selim; “bu dünya bir padişaha (devlete) çok, iki padişaha az” demişti. 2010 yılına ayak bastığımız bu devirde, dünya bir devlete bile az geliyor. Bu devlet de, direksiyonunda Yahudi diasporasının bulunduğu ABD’dir.

ABD’nin nihai hedefi, bütün dünyaya tek başına egemen olmaktır. Obama öncesi ABD’nin başkanı olan Bush, bu düşüncesini hiç gizlememiş ve aynen şöyle demişti: “Ya bendensiniz, ya da karşımdasınız!”

Yahudi diasporasının girişimleri neticesinde Amerika; Evanjelizm’le Katolik dünyayı, Bartholomeos’a ekünemiklik atfederek Ortodoks âlemini, Ilımlı İslâm Projesi ile de Müslüman ülke halklarını, dünya egemenliği için kıvama getirmeyi başarmıştır.

Yine Yahudi diasporasının girişimleri ile Varşova Paktı’na karşı kurulan NATO, Varşova Paktı dağılmasına rağmen dağıtılmamış ve Müslüman Ülkelere karşı kullanılmak üzere, yeniden modernize edilmiştir. (Türkiye’nin NATO’nun içinde tutulması, göz boyamaktan başka bir şey değildir. )

Yahudi diasporasının kurduğu vakıflar, yaptığı yardımlar, dünyanın her noktasına saldığı ve ipleri CIA vasıtasıyla elinde tuttuğu yüzlerce sivil toplum örgütü ile insan hakları ve demokrasi peşinde değil, ABD’nin dünyaya egemenliği peşindedir.

ABD’nin dünya egemenliği asla gerçekleşmeyecek bir “ütopya”dır. ABD kurulalı 200 küsur yıl olmuştur. ABD bu süre içerisinde, ırkları yok etmiş, atom bombaları üretmiş ve kullanmıştır.

Kendi kendimize soralım: ABD; edebiyatından mimarisine, insan haklarından hukukuna kadar, dünyaya ne katkısı yapmıştır.?

Böylesine çirkin bir geçmişi olan ABD; yeryüzünde on binlerce yıllık temeli ve bir silinmez medeniyeti bulunan, Türk’ü, Arab’ı, Rus’u, Fars’ı, Çin’i, Hint’i yutamaz.

Müslüman Türk’ün, Arab’ın, Fars’ın ve de Çin’in ve Hint’in meydana getirdiği binlerce yıllık medeniyetleri, adeta ABD’ye meydan okumaktadır. Demektedir ki; “sen kim oluyorsun da bizi tek kutuplu bir dünya adı altında, kendi egemenliğine rampalamaya çalışıyorsun?”

ABD’nin 200 küsur yıllık geçmişinde oluşturduğu bir tek medeniyet yoktur. Bir medeniyet oluşturacak “ABD Milleti” diyebileceğimiz bir “millet” de ortada yoktur. ABD’yi meydana getiren bir halk yığını vardır. Bu halk yığını asla “millet” değildir.

Yahudi diasporasının ağzına almak istediği lokmalar, Amerika’nın karnından çok büyüktür. ABD’nin dün Vietnam’da başına ne geldiyse, bugün Irak’ta da başına o gelecektir.

Yavuz’un dediği gibi “dünya bir padişaha (devlete) fazla, iki padişaha az” ama Yahudi diasporasının güdümümdeki ABD’nin başında; o padişah, yönetiminde o Osmanlı nizamı yoktur. Dolayısıyla Yahudi diasporasının güdümündeki ABD’nin medeniyet alanında “dünya egemenliği” asla gerçekleşmeyecek bir “ütopya” dır.

YAHUDİ DİASPORASI - Fahrettin ALİŞAR

YAHUDİ DİASPORASI

Fahrettin ALİŞAR

Siyonist İsrail, coğrafya olarak küçüktür ama dünya siyasetine yön veren, güçlü bir “Yahudi diasporası” vardır. Yahudi diasporasının birinci amacı, “Arz-ı Mevud” hayalini gerçekleştirmektir.
Bilindiği gibi “arz-ı mevud”; tahrif edilmiş Tevrat’ta, Yahve’nin İsrailoğullarına vaat ettiği topraklar için kullanılan tamlamadır. Yahve, Fırat ve Nil arasındaki bu toprakları, İsrailoğullarına vaat etmiştir ve her siyonistin amacı bu vaadin gerçekleşmesini sağlamaktır. (Yahve; ibrani terminolojisinde tanrının adıdır.)
Yahudi diasporası; İsrail Devleti’ni kurmayı başardıktan sonra, “arz-ı mevud” yolunda adım adım ilerlemektedir. Bu uğurda zaman zaman İslâm Ülkelerine savaşlar açmış, zaman zaman İslâm Ülkelerini kendi aralarında savaştırmış, zaman zaman da ayrıştırma politikalarını başarı ile yürütmüştür. Bunların en bariz örnekleri; Arap-İsrail Savaşları, Irak-İran Savaşı, Filistin’e ve Lübnan’a yapılan saldırılar ve soykırım politikaları, Körfez Savaşları ve son olarak Irak’ın işgalidir.
Siyonist İsrail’in coğrafya olarak küçüklüğünden dolayı, İsrailli pilotlar kendi hava sahasında uzun mesafeli uçuşlar yapamamaktadır. Bunun için uzun yıllar İsrailli pilotlar uçuş eğitimini Konya hava sahasında yaptılar. Deneme uçuşlarının ardından, Müslüman Ülkelere nükleer bomba atma eğitimini de Konya hava sahasında aldılar ve almaya da devam ediyorlar.
Konya’da uçuş yapan İsrailli pilotların omuzlarındaki amblemi ve hangi anlama geldiğini acaba kaçımız biliyoruz? Bu amblem; “hilali pençeleriyle ve gagasıyla parçalayan bir kartal!” Bu amblem, İsrail Hava Kuvvetlerinin amblemi!
Hepimizin bildiği gibi; “hilâl” İslâm’ı temsil eder. Siyonistlerin, hava kuvvetlerindeki bu amblemin şekli, İslâm Ülkeleri üzerinde izledikleri politikalar ile eş anlamlıdır.
Bu eğitim çerçevesinde, her yıl Türkiye-İsrail-ABD ile birlikte Konya hava sahasında, “Anadolu Kartalı” adıyla tatbikat yapmaktadır. Ancak bu yıl yapılacak olan tatbikattan İsrail bir bahane ile çıkartıldı. Bu karar çok hafif bir uygulama olsa da, yerinde bir karardır.
Ankara’nn Anadolu Kartalı tatbikatından İsrail’i çıkarma kararının ardından, Yahudi diasporası tarafından çok sert rüzgârlar estirilmeye başlanıldı.
Yahudi diasporasının sözcüsü durumunda bulunan ve İsrail’de yayın yapan The Jerusalem Post Gazetesi, 5 Ekim 2009 Pazartesi günü aynen şu manşeti attı; “Ankara’nın Kuzey Irak’ta peş peşe düzenlediği bombardımanlarda ölen Müslüman Kürtler’in sayısı, İsrail’in Gazze saldırısında ölen Filistinlilerin sayısından daha fazladır!”
Yahudi diasporasının İsrailli siyaset bilimcisi Efraim İnbar da aynı gazetede şu tespitlerde bulundu: “Şayet Türkiye, bir bahaneyle İsrail’den uzaklaşırsa, Washington ve Brüksel’le olan olumlu ilişkilerini yürütmeyi mi umuyor? Türkiye kendisine saf belirlemek zorundadır!”
Yahudi diasporasının son kararı, İsrail’de bulunan bir Kasaba’ya “Ermeni Soykırım Anıtı” dikme kararı oldu.
The Jerusalem Post Gazetesi’nin yürüttüğü kampanya, İsrailli siyaset bilimcisi Efraim İnbar’ın yaptığı tespitler ve İsrail’in “Ermeni Soykırım Anıtı” dikme kararı da gösteriyor ki; Yahudi diasporası, Türkiye’yi Washington-Brüksel-Telaviv Hattı’ndan sıkıştırmaya başlamıştır.
Son gelişmeler de gösteriyor ki; bizim yıllardır yazdığımız “İsrail Güdümlü Kürt Devleti Projesi”, “Kendini kamusle etmiş Yahudi dönmesi Barzani”nin gerçek kimliği, artık gizlenmeyecek kadar açıktır. Yahudi diasporası ne diyor? “Ankara’nın Kuzey Irak’ta peş peşe düzenlediği bombardımanlarda ölen Müslüman Kürtler’in sayısı, İsrail’in Gazze saldırısında ölen Filistinlilerin sayısından daha fazladır!” Verilen örnek bile manidardır.
Türkiye’yi sözde Ermeni soykırımı kartı ile sıkıştırmak için Ermeni diasporasını kullanan emperyalist güçler, Türkiye’nin başını kaldırdığı an Yahudi diasporasını da devreye sokmuşlardır. Türkiye’nin acilen uzun vadeli, Yahudi diasporası ile mücadele planı hazırlaması gerekmektedir. Zira Yahudi diasporası, Ermeni diasporasından çok daha tehlikelidir. Çünkü bu coğrafyada Ermeniler bir piyon olarak kullanılmış ve halen de kullanılmaya devam etmekte iken, Yahudiler; Türkiye topraklarının da için bulunduğu, İslam coğrafyasında, “arz-ı mevud” yolunda adım adım ilerlemektedir.

KÜRESEL SOYGUNCU IMF VE SOROS’UN CENGİZ ÇANDAR’I - Fahrettin ALİŞAR

KÜRESEL SOYGUNCU IMF VE SOROS’UN CENGİZ ÇANDAR’I
Fahrettin ALİŞAR

Spekülatif sermaye ve fonların dünyaya hakim olmaya başladığı yıllar, dünyada işsizliğin ve fakirliğin arttığı yıllardır. İstikrarsızlığın kol gezdiği, büyük krizlerin yaşandığı dönemlerdir.

Spekülatif sermaye ve dünya ekonomisine yön veren fon sahipleri, bunun adını “küreselleşme” olarak koydular. Dünya ekonomisini yönlendirmeye başladılar.

IMF ve Dünya Bankası, küresel güçlerin kullandığı birer aracı kuruluşlardır. En son İstanbul’da yapılan IMF ve Dünya Bankası toplantılarını bu çerçevede değerlendirmek gerekir.

Küreselleşme, bizim gibi milli iktisat bilincine ulaşmamış ekonomileri, yüksek cari açıklarla, kan kaybından öldürmeye çalışmaktadır. Türkiye’nin bu küresel finans sisteminden bir an önce kurtarılması zaruriyettir.

IMF uluslar arası para ve finans komitesi sonuç bildirgesinde; “kota reformu, IMF’nin meşruluğunu ve etkinliğini artırmak için çok önemlidir” denildi. Bu sonuç bildirgesindeki “kota reformu” bizim ekonomimizi baltalayan bir girişimdir ve başarılı da olmuştur. Burada üzerinde durulması gereken bir husus ta; “IMF’nin meşruluğu” meselesidir. Sonuç bildirgesinde “meşruluk” vurgusu yapma mecburiyetinde kalmaları, aslında kendilerinin de bir “soyguncu kuruluş” olduklarının farkında olduklarının ispatıdır.

Soyguncu bir kuruluş olan IMF, başta ABD olmak üzere 7 sanayileşmiş ülkenin fonudur. Dünyayı “dolar” hegemonyasına sokmayı amaçlamaktadır. Doları bir dünya parası yapmak istemektedir. Kriz halindeki ülkelere yüksek faizli kredi vererek, soyguncu kuruluş kimliğinde olduğunu göstermiştir.

IMF, ABD ve onun güdümündeki zengin ülkelerin bir lobisidir. IMF’nin kullandığı “yoksullukla mücadele” sloganı, göz boyamadan başka bir şey değildir.

IMF başkanı, “fakirlikle mücadele için yeni bir fon kurulmalı” demektedir. Bu ne yaman bir çelişkidir. Çünkü kalkınamamış, ekonomik kriz yaşayan ve sömürge durumundaki ülkeleri iyice fakirleştiren, bizatihi IMF politikalarıdır yani IMF’dir.

Dünyada ekonomik istikrar sorunu, işsizlik ve fakirlik sorunu giderek büyümektedir. Fakir ülkeler ile zengin ülkeler arasındaki uçurum iyice açılmaktadır.

Bugün yoksulluk sorunu, dünya savaşları sonrası yıllar kadar kötüdür.

Dünyadaki bu yoksulluk sorunun en büyük sorumlusu, IMF ve Dünya Bankasıdır. Bu kuruluşları yönlendiren küresel güçlerdir.
SOROS’UN CENGİZ ÇANDAR’I

IMF toplantıları için İstanbul’da boy gösteren Cengiz ÇANDAR, dünkü köşesinde; “Soros 80 yaşında ama beyni pırıl pırıl çalışıyor” diye Yahudi spekülatörünü öve öve bitiremedi. Çandar’ın yazdıklarına göre, IMF ve Dünya Bankası toplantıları için İstanbul’a gelen George Soros; Cengiz ÇANDAR ve adı sır gibi saklanan “birkaç kişi”ye Bebek’te bulunan İtalyan lokantasında bir yemek vermiş. Yemekte “Kürt ve Ermeni açılımı” ile Doğan Grubuna kesilen vergi cezası konuşulmuş.

Soros’un Cengiz Çandar’ı, fazla ayrıntılara girmiyor. Şifreli bazı cümleler kuruyor. Katılımcıların özellikle Kürt ve Ermeni açılımları ile ilgili olarak ortak söylemleri olduğunu vurguluyor.

Soros, 18 Şubat 2005’te de yine Bebek’te İtalyan Lokantasında bir yemek vermiş, yemeğe; MİT Müşteşarı Sönmez Köksal, Hasan Cemal, Cengiz Çandar, TESEV Başkanı Can Peker, TRT eski Genel Müdürü Cem Duna ve ABD ajanları Büyükelçiler Eric Edelman ile Mark Parris katılmıştı. Bu yemekte alınan kararlardan birinin “Ermeni açılımı” olduğu ancak yıllar sonra anlaşılabildi.

Soros’un Cengiz Çandar’ının yazdıklarına bakarak; Türkiye’nin yeni bir “Soros operasyonu”nu ile karşı karşıya kalacağını söyleyebiliriz.

YA “ÇARESİZSİNİZ”, YA DA ÇARE “SİZ”SİNİZ - Fahrettin ALİŞAR

YA “ÇARESİZSİNİZ”, YA DA ÇARE “SİZ”SİNİZ

Fahrettin ALİŞAR

IMF Başkanı Strauss-Kahn, Londra’da düzenlediği basın toplantısında, Euro bölgesindeki işsizlik oranlarını açıkladı. Temmuz 2009 ayı rakamlarına göre, Euro bölgesindeki işsizlik oranı 9,5, işsizlerin sayısı da 15 milyon 100 bine ulaştı. Son on yılda böylesine yüksek bir rakam ilk defa görülüyor.
27 üyeli Avrupa Birliği içinde işsizlik, Temmuz’da yüzde 9’a yani yaklaşık 22 milyon kişiye ulaşmış durumda. Bu da 2005 yılından bu yana kayda geçen en yüksek işsizlik.

Fransa’nın Nisan-Haziran aylarını kapsayan üç aylık dönemde, resesyondan (durgunluk) çıktığı açıklanmıştı. Ancak bu ülkede Temmuz ayında işsizlik oranı yüzde 9,6’dan yüzde 9,8’e çıktı.

Almanya da üç aylık dönemde resesyondan çıkmıştı. Fakat burada da yüzde 7,7’lik işsizlik oranında düşme görülmedi. Almanya’da işsizlik Ağustos ayı itibariyle yüzde 8.3’e kadar tırmandığı anlaşılıyor.

Temmuz ayı rakamlarına göre, yıllık işsizlik oranının en yüksek olduğu ülke yüzde 18,5 ile İspanya. Üstelik bu ülkede işsizlik en çok genç kuşağı etkiliyor. Şu anda İspanya’da 25 yaşının altındaki çalışabilir nüfusun yüzde 38’i işsiz. İşsizliğin en düşük olduğu ülke ise Hollanda. Hollanda’da Temmuz ayın itibariyle son bir yıllık işsizlik yüzde 3,4.

Dünyanın en büyük ikinci ekonomisi durumundaki Japon ekonomisinde işsizlik Temmuz ayında yüzde 5,7’ye tırmandı.

Türkiye’de GSYH oranına göre, ekonomideki küçülmenin devam ettiğini gösteriyor. Geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 7’lik bir küçülmeyle birlikte, Türkiye ekonomisi tam üç çeyrektir diplerde geziyor. Türkiye’de birinci çeyrekteki daralma yüzde 14,3 düzeyinde idi. İkinci çeyrekte daralma yüzdesi yüzde 7 oldu.

Ülkemizdeki bu yüzde 7’lik küçülmeyi, bazı ülkelerin ikinci çeyrek büyüme rakamlarıyla karşılaştırarak bir sonuca gidelim!
The Economist’te göre; ABD ekonomisi ikinci çeyrekte yüzde 3,9, İngiltere ekonomisi yüzde 5,5 oranında küçüldü. Dikkat edilecek olursa bu iki ülke; küresel mali krizin üstleri konumunda. Küresel kriz buralardan periferiye (çevreye) yayıldı.

Devam edelim. Almanya yüzde 5,9, Fransa yüzde 2,9, Yunanistan yüzde 6, İtalya yüzde 6, İspanya yüzde 4,2 oranında küçüldü. Türkiye ekonomisi ise, yüzde 7 küçüldü.

Bu rakamların anlamı şudur: Küresel krizden en çok etkilenen ülke, Türkiye olmuştur. Yüzde 7’lik küçülmeye sevinmek, olumlu bulmak gülünç bir durumdur.

Sonuç olarak, bu rakamlar da gösteriyor ki; küresel ekonomik kriz sonrası haneler perişandır. İnsanlarımız bitkin ve çaresizdir.
IMF reçetelerine, Dünya Bankası oyunlarına bağlı bir Türk ekonomisi perişan olmaya mahkûmdur.

Bu bitkinlik ve çaresizlik fotoğrafını değiştirmek, yine bu bitkin ve çaresiz insanların görevidir. Öyle ise ya ÇARESİZ siniz, ya da ÇARE SİZSİNİZ!..

AHLÂKİ FELAKET İLE YÜZLEŞMEK - Fahrettin ALİŞAR

AHLÂKİ FELAKET İLE YÜZLEŞMEK

Fahrettin ALİŞAR


Geçen hafta İstanbul’da büyük bir sel felaketi yaşandı. Bu felakette, can ve mal kaybına neden olan unsurlar konusunda, ülke olarak sınıfta kaldık. Yazımızın konusu, dereağızlarına imar verilmesi ya da çarpık kentleşme gibi konular değil. Bu toplumda, can derdindeki kardeşinin mallarını yağmayan insan tiplerinin var olması.
Her insan, ölümün sıcaklığını duyarak, ölüye ait bir eşyası çalamaz. Bu şok edici bir durumdur. Bu durumu bireysel bir vaka olarak görerek vicdanımızı rahatlatamayız. Sel felaketi sonrasında, ortaya saçılan eşyalara, yeni bulunmuş ganimet gibi saldıran insanların varlığı, bu toplum için en büyük tehdittir. Onlarca insanın, kaybedilen canları, yok olan hayatları ve çöken binalarını bir kenara bırakarak, can havliyle etrafa saçılan malları yağma ruhu nasıl bir ruhtur?

Selin bastığı depolardan, ortaya saçılan eşyaları, çamurların içinden toplayarak, bir başkasına satmaya kalkanların varlığı, bu toplum için büyük bir tehdittir. Bu bir toplumsal yağmanın fotoğrafıdır. Ülkemiz geldiği ahlakı seviyeyi gösterir.

Bu yağma olayının, mübarek Ramazan ayında gerçekleşmesi de durumu daha da vahim kılan bir husustur. Tabiri caiz ise “ölü soygunculuğu” diyebileceğimiz bu yağmayı yapanların birçoğu belki de oruç tutuyordu. Bu yağmacıların çoğu, Yunus Emre’nin:
“-Mal sahibi, mülk sahibi,

Hani bunun ilk sahibi.” Sözünü de biliyordu.
Daha bir ay öncesi, bir trafik kazası sonucu hayatını kaybetmiş insanların üzerine gazete kağıdı örtmüşler. Yolun kenarına saçılmış cenazeler için ambulanslar gelmiş, cenazeler için araçtan tabutlar indiriliyor. Sağlık personeli cenazeleri tabuta yerleştirirken, bir vatandaş yardım ediyor görüntüsü ile yaklaşıyor ve biraz önce ölmüş olan cesedin cebinden cep telefonunu çalıyor. Hem hırsızlık yapıyor hem de cesedi tabuta yerleştiriyor, uzaklaşırken polis tarafından yakalanıyor.

Bu tür olaylarda sergilenen olumsuz tavırlar, toplumsal yozlaşmanın, değer kaybının derecesini gösterir.

Ülkemizde 1980’li yıllardan sonra törpülenen idealizmin yerini, nasıl olursa olsun paraya-mala sahip olma anlayışı almıştır.
Bir insan; ilkesiz ise, idealsiz ise, iddiasız ise mutlaka fırsatçı olur. Bu tip insanın, sınırları kaybolmuş, ölçüleri yok olmuş, değerleri işlevsizleşmiştir. Sınırları kaybolmuş, ölçüleri yok olmuş, değerleri işlevsizleşmiş toplumlarda, erdemli insanların yaşama şansı oldukça zordur.

Bir ülkede toplumsal çürüme, ahlak rezervlerinin tüketilmesi ile başlar. Ülkemizdeki çürük binalar, çöken yollar, yıkılan duvarlar, aslında kirli ahlâkın dışa vuran yüzüdür.

Ülkemizdeki esas tehlike; çarpık yapılaşmanın, çürük binaların, çöken yolların, yıkılan duvarların ardından akan selin ortaya çıkardığı ahlâki felakettir.

Ülkemiz bu ahlâki felaket ile yüzleşmek zorundadır.

12 EYLÜL - Fahrettin ALİŞAR

12 EYLÜL
Fahrettin ALİŞAR


12 Eylül 1980 günü, sıradan bir askeri darbe günü değildi. Türkiye’nin idealist gençliğini, yetişkinini törpüleyen,”millî refleksini” yok eden günün adı idi.

Dönemin Amerikancılarının, Batıcılarının, bunların ajan provokatörlerinin, bir günde önünün açıldığı gündü.

ABD, İsrail ve AB şeflerinin, perde gerisinde cuntacılık yaptığı gündü.

Bugün neler olmadı ki? İdealist geçlik ezildi, örselendi, sürüldü, hapsedildi, idam edildi. Ülkenin geleceğinde etkili olacak “idealist gençlik”, “sakıncalı” ilân edildi.

Bahsettiğim gençlik, belli bir kesimi kastettiğim gençlik değil elbet. “Sizinkiler- bizimkiler”, “şucular-bucular” asla değil. “Amerikan postalı görmek istemeyen” devrimcisi, “millî direnç” özelliği taşıyan bütün gençlik yani “idealist gençlik”.

12 Eylül’den sonra, Ülke yönetimi; çaycılara, neme lazımcılara, etliye ve sütlüye karışmayanlara, çöplere, otlara kaldı.

Artık ülke; iddiasız, idealsiz kişilerin egemenliğine terk edildi.

12 Eylül; Türkiye’nin bağışıklık sistemini felç etti. İhanet çetelerinin yolunu açtı. İlkesiz, iddiasız ve idealsiz bırakılan gençlik, sonunda kendi kimliğine karşı kurulan komplonun bir parçası haline geldi.

12 Eylül’den sonra gençlik arasında, kendinden uzaklaştıkça kendini bulacağını sanan bir anlayış hızla yerleşti. Kendini bilmeden, kendisi olmadan başkası olmaya özendirilen bir gençlik oluşturma gayretleri başarıya ulaştı.

Gençlik; millî, ahlâki, insani ve manevi değerlerden mümkün olduğunca uzaklaştırıldı. Küresel güçler; Müslüman Türk Gençliği’ne karşı yabancılaştırma operasyonu çerçevesinde, yerli etki ajanlarını çok iyi çalıştırdı.

12 Eylül’de; saldıranla savunan, testiyi getirenle kıran bir tutuldu. İdealist gençlik işkenceden geçirildi. İdealist gençlik; dünyadan tecrit edilerek hücrelere tıkıldı, işkenceye tabi tutuldu.

Bu işkence neticesinde idealist gençlik; ülkeyi, devleti ve milleti kurtarmayı bir kenara bırakıp, kendini kurtarmanın yollarını aramaya başladı.

Aradan 28 yıl geçti. ABD ve AB emperyalizmine karşı, artık gençlik sivil tepki ortaya koymuyor. Gençliğimizin çoğunluğu, suya, sabuna dokunmayanların varlığından oluşuyor.

12 Eylül ürünü gençliğin fotoğrafı ortada. Sorgulamayan, fincancı katırlarını ürkütmeyen, yeme-içmeyi, müzik dinlemeyi düşünen, sevişme duygusu ile dolu bir gençlik.

Üstad Necip Fazıl’ın gözüyle 12 Eylül:

“-Zindan iki hece Mehmedim lâfta,

Baba katiliyle baban bir safta!”

12 Eylül’ün “kara kutusu” hiç konuşulmadı. Gazeteci-yazar Sayın Yavuz Donat bir kitap yazdı. Adı, “Cumhuriyet’in kara kutusu Süleyman Demirel Anlatıyor”. Bunu okuma fırsatı bulanlar hatırlayacaktır, Yavuz Donat Süleyman Demirel’e, “Kenan Paşa parti kurar mı?” diye soruyor ve Demirel’in verdiği cevap ilginç:

“-Kenan Paşa o hatayı asla yapmaz. Çünkü O’na sorarım: ‘13 Eylül günü duran kan, 11 Eylül günü neden akıyordu? Siz 11 Eylül 1980 günü Antalya Tapu Müdürü mü idiniz?’”

Kara kutuyu incelemeye devam edelim. 11 Eylül 1980 gecesi, ABD Başkanı Jimmy Carter’a, ABD Ulusal Güvenlik Konseyi Türkiye Masası Sorumlusu Paul Henze tarafından çekilen mesaj ne diyordu?

“-Bizim çocuklar, işi bitirdi!”

Kara kutuyu daha fazla kurcalamaya gerek var mı? “AB(D)’nin Çocukları işi bitirdi!”

Evet, 12 Eylül 1980 günü, AB(D)’nin çocukları, idealist, millî, ahlâki, insani ve manevi değerlerine bağlı gençliğin işini bitirdi. Bu idealist geçlik ezildi, örselendi, sürüldü, hapsedildi, idam edildi, lanetlendi. “Sakıncalı” ilân edildi.

İleride Ülke yönetimi için; fincancı katırlarını ürkütmeyenlerin, yeme-içme ve müzik dinlemeyi düşünenlerin, çaycıların, neme lâzımcıların, etliye ve sütlüye karışmayanların önü açıldı.

ABDÜLHAMİT’TEN JAPON İMPARATORU’NA ROBOT - Fahrettin ALİŞAR

ABDÜLHAMİT’TEN JAPON İMPARATORU’NA ROBOT

Fahrettin ALİŞAR

İçimizden çıkan bazı yabancı beyinlerin “Kızıl Sultan” dedikleri Abdulhamid Han’ı, özellikle “Yahudi oyunlarını bozan basiretli lider” olarak biliriz. O öyle bir dönemde Osmanlı Devleti’ni yönetmiştir ki; o zamanki özellikle Ortadoğu’daki fotoğrafa bakmak bile onun büyüklüğünü anlatmaya yeter. Batı emperyalizmi tarafından “bağımsızlık” vaadi ile kandırılıp, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı isyana kalkışan Filistin halkı içindeki Lawrens’in tahrikleri ve dış borç batağında çırpınan bir devlet, ipin inceldiği en önemli nokta idi.

Osmanlı İmparatorluğu’nun, “dış borç” batağı içinde çırpındığı bir dönemde, Theodor Hezl denen karanlık bir adam İstanbul’a çıkageldi. Herzl, 21-31 Ağustos 1897 tarihleri arasında Basel’de, “Birinci Siyonist Kongresi”ni düzenleyen bir zattı. Yahudileri “vaat edilmiş topraklarda” toplayarak, bağımsız bir devlet kurmayı amaçlıyordu. Bunun için, batıdaki zengin işadamlarının desteği ile büyük “fonlar” oluşturmuş, son derece örgütlü bir “lobicilik” faaliyetine başlamıştı.

Bir sabah hatırı sayılır bazı aracıları vasıtası ile Sultan Abdülhamid’in huzuruna çıktı. Aynen şu teklifi sundu:

“-Eğer Filistin’de bir miktar toprağı, yerleşim alanı olarak bize devrederseniz, Avrupa Borsası’nı elinde tutan Yahudi bankerleri, Osmanlı’nın bütün dış borçlarını ödeyecek.”

Bu küstah teklif karşısında hiddetlenen Abdülhamid birden gürledi:

“-Vatanın bir karış toprağı bile satılık değildir. Zira bu vatan bana değil, Milleti’me aittir. Milletim bu toprakları kanlarını dökerek kazanmıştır. Ne ile aldıysak ancak onunla geri veririz.”

Aldığı cevap ile şaşkına dönen Theodor Hezl, daha sonra defalarca Sultan Abdülhamid ile görüşmeye çalışmış ise de, bir daha Saray’ın kapısından içeri girememiştir.

Yaşan bu olaydan sonra Filistin topraklarında Yahudilere vize verilmemiş, buraya girişleri yasaklanmıştır. Sultan Abdülhamid bölgedeki stratejik öneme sahip arazileri de kendi şahsi mülkiyetine alarak, Siyonistlerin eline geçmesini o dönem için engellemiştir.

Theodor Hezl, 1897’de şöyle diyordu:

“-Basel’de ben Yahudi Devleti’ni kurdum. 5 veya 50 sene sonra herkes bunu böyle bilecektir. Sınırlarımız Kuzeyde Kapadokya’daki dağlara, Güneyde de Süveyş kanalına kadar dayanıyor. Sloganımız Davut ve Süleyman’ın Filistini olacaktır. Siyonizmin amaçlarına ulaşabilmesi için Osmanlı’nın dağılmasını beklemeliyiz.” (Theodor Herzl, The Complete Diaries of Theodor Herzl)

****

Bizim bu yönüyle öğündüğümüz Sultan Abdülhamid’ın, teknolojiye çok büyük önem verdiği ortaya çıktı.

Bundan tam 120 yıl önce II.Abdülhamid’in Japonya’ya robot gönderdiğini araştırmacı-yazar Oktan Keleş’in arşivinden öğrendik. 1889 yılında, insan şeklide tasarlanan ve ismi “Alamet” olan robotun özelliği ise, sema edip, yarım metre yürüyebilmesi ve her saat başı ezan okuyabilmesi idi. Değerli araştırmacı-yazar Oktan Keleş’in arşivinde yer alan “Alamet”in orijinal fotoğrafları, Yıldız Sarayı yangınında zarar görmüş.

Sultan II.Abdülhamid Han asrın teknoloji harikası bu eseri, Ertuğrul Firkateyni vasıtasıyla , yazdığı bir özel mektupla, hediyeler ve nişanlar ile beraber Japon İmparatoru’na göndermişti. Firkateyn dönüş yolunda 450 mürettebatıyla birlikte batmıştı. 120 yıl önce yapılan robotun özellikleri şunlar: “Semazen şeklide, normal bir insan boyuna yakın, saatli bir robot. Kaideye oturtulmuş gövdesi, saat bası sema ediyor. Bu esnada kollarını açıyor. Gümüş levhalardan yapılmış etekleri açılıyor ve aynı anda ezan okuyor. Tüm bunları yaparken yarım metre yürüyor, dönüyor ve ezan bitince de tekrar yarım metre geri giderek yerine aynı zamanda dönüyor, kollarını ve eteklerini indiriyor. Robotun tamamı gümüş ve altın kaplamadan yapılmıştı. Robotun arka kısmında kurma yeri mevcuttu ve yedi günde bir kuruluyordu.”

Sultan Abdülhamit Han’ın çağdaşı olan Japon İmparatoru Meji’nin yeğeni Prens Komatsu’nun, gemiyle İstanbul’a gelişi ve Sultan’a çeşitli hediyeler getirmesiyle başlıyor bu tarihi ilginç olay. Sarayda ağırlanan Prensin ardından, 1889’da İstanbul’a özel elçiler gönderen Japon İmparatoru, Sultan Abdülhamid’e Japonya’nın en büyük alameti olan Büyük Krizantem Nişanı’nın da içinde bulunduğu çeşitli hediyelerle beraber bir mektup yollar. Japon İmparatoru mektubunda Abdülhamid Han’dan İslam Dini, ilim ve teknolojik gelişmeler, vakıflar, hayır kurumları gibi konularda Japonca veya Fransızca bilgiler gönderilmesini rica eder. Abdülhamid Han, saat mekaniğini çok iyi bilen ve aynı zamanda Yeni Kapı Mevlihanesi saat sanatkarı usta Dede’den daha önce hiç yapılmamış, eşi benzeri olmayan, teknolojik bir saat yapmasını ister. Derviş Dede bir fikir ortaya atar ve “bu saat Semazen şeklinde olsun, her saat başı kollarını açıp sema etsin ve gong çalsın!” der. Sultan Abdülhamid Han projeyi inceledikten sonra, gong yerine robotun her saat başı ezan okumasını ister.

“Yalan söyleyen tarih utansın!” diyen yazarımızın kulakları çınlasın!.

TÜRKİYE’NİN MİLYONER SAYISI - Fahrettin ALİŞAR

TÜRKİYE’NİN MİLYONER SAYISI

Fahrettin ALİŞAR

Türkiye’deki en önemli ve büyük sorunlardan biri de gelir dağılımındaki dengesizliktir. Bu önemli konu, kişi başına düşen gelirdeki artış veya düşüş olarak değerlendirilip, geçiştirilemez. Çünkü hemen hemen her dönem, kişi başına düşen gelirdeki artışlar örnek gösterilerek, bu önemli ve büyük sorunun üstü örtülmektedir.



Kişi başına düşen gelirdeki yükseliş, bir refah artışı değildir. Çünkü bu hesaplama yapılırken, sadece bir ortalama alınarak sonuca gidilmektedir. Ekonomik refahın anlaşılabilmesi ve gerçekten de toplumda var olduğunu görebilmek için, kişi başına gelirden daha çok, gelir dağılımını dikkate almak gerekir.
Konuyu örneklerle açacak olursak; çok zengin küçük bir zümrenin varlığı, kişi başına geliri yükseltecek, kişi başına düşen geliri net ve gerçekçi olarak göstermeyecektir. Bu durumun doğal sonucu olarak; toplumun geniş yoksul kesimlerinin sefaleti, kişi başına gelirin sanal ve suni olarak yükselmesi neticesinde görünmeyecek, ekonomi politikaları daha başlangıçta miyop bir bakışa mahkûm olacaktır. Gelir dağılımındaki adaleti dikkate alan bir değerlendirme ve yaklaşım ise, bu mahsurları en aza indirecektir.

Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu’nun raporuna göre; bankalarda “tasarruf mevduatı” olanların toplamı 88.421 kişi. Bu grubun bankalardaki yurt içi yerleşik toplam mevduatı ise 216.306.000.000 Türk Lirası. Yurtiçi yerleşiklerden tasarruf mevduatı 10.000 Türk Lirasına kadar olanların sayısı 8.716 kişi.

10.000 – 50.000 Türk Lirası arasında tasarrufu olanların sayısı 17.842 kişi,

50.000 - 250.000 Türk Lirası arasında tasarrufu olanların sayısı 26.577 kişi,

250.000 – 1.000.000 Türk Lirası arasında tasarrufu olanların sayısı 16.231 kişi,

1.000.000 Türk Lirası üzerinde tasarruf mevduatı olanları sayısı 19.055 kişi.

Bu kişilerin toplam mevduatı 88.421.000.000 Türk Lirasına ulaşmış durumda. Yani 19.055 kişi, toplam mevduatın yaklaşık % 40,9’unu elinde bulunduruyor.

Sonuç olarak; 70 milyonluk nüfusu olan ülkemizde, 19.000 adet milyoner bulunmaktadır. İşte Türkiye’nin bu alandaki fotoğrafı budur. Bu adaletsizlik yerinde durduğu sürece, kişi başına gelir rakamı yıllık 40-50 bin dolara da ulaşsa bir anlamı ve kıymeti olmayacaktır. Gelir dağılımındaki adaleti düzeltmeden, ekonomide rasyonel bir istikrar ve kalıcı bir iyileştirme sağlanması mümkün değildir. Gelir dağılımındaki adaleti düzeltemeyen ekonominin iyi ve doğru bir işleyişe sahip olduğunu, belirlenen politikaların doğru ve yerindeliğini hiç kimse iddia edemez.

Bu önemli tespit ve ayrım yapılmadan, toplumda yayılan sefaletin önüne geçmemiz mümkün değildir.

Ülkemizde her ay 140.000 kişi yeni borcunu ödeyemez durumdadır. Bu durumdakilerin toplam sayısı 1,6 milyona çıkmıştır. Birçok ailenin yıkımına neden olan kredi kartı borcu 3,6 milyar Türk Lirası, bireysel kredi borcu 3,1 milyar Türk Lirasına fırlamıştır.
Ülkemizde yayılan ve kemikleşen gelir dağılımındaki adaletsizlik; her defasında, kişi başına düşen gelirdeki artış veya düşüş olarak değerlendirilip, üstü örtülmektedir. Oysa ülkemizde 70 milyon nüfusa karşılık sadece 19.055 milyoner bulunmaktadır. Yani Türkiye’nin milyoner sayısı 19.055’tir.

Böyle bir ülkede; kişi başına düşen gelirdeki değişimlere bakarak zenginleşmeden bahsetmek, ancak günü geçiştirmek anlamına gelir. Ülkenin gündemini elbette ki; küresel sermayenin çevirdiği dolaplar, terör, aile yapısının bozulması gibi konular oluşturacaktır. Çünkü ekonomik alandaki zemin bozuktur.

AİLE YAPIMIZ DA AB’LEŞİYOR Fahrettin ALİŞAR

AİLE YAPIMIZ DA AB’LEŞİYOR

Fahrettin ALİŞAR

Avrupa Birliği İstatistik Kurumu olan “Eurostat”ın verilerine göre; Avrupa Birliği ülkeleri’nde, 2004 yılında 4,9 milyon bebek dünyaya geldi. Bu çocukların yüzde 31,6’sı evlilik dışı ilişkilerden doğdu.

Eurostat verilerine göre Avrupa Birliği ülkeleri’nde “evlilik dışı ilişkiden” doğan bebek oranları şöyle:

Estonya % 58

İsveç % 55

Fransa % 45

Letonya % 45

Almanya % 42

İngiltere % 30

Malta % 19

Polonya % 17

İtalya % 15

Yunanistan % 5

Türkiye’deki aile yapısı ve sosyal doku elbette ki Avrupa Birliği ülkelerinden çok iyi durumda. Dini inancı ve kültürü sayesinde şimdilik iyi! Ancak bu alanda, kültürel erozyonun yoğun bir şekilde yaşandığını söylemeliyiz. Aile yapımızın en büyük düşmanı; bazı görüntülü, işitsel ve yazılı medya yayınlarıdır. Magazin programları adeta “evlilik dışı ilişkileri” özendiriyor. Televizyon programları toplumun değer yargılarını değersizleştiriyor.

Toplumumuzda sadece magazinin değil, sanatın ve edebiyatın konusu da neredeyse “aldatma” oldu.

Gazeteleri, dergileri açtığınızda hemen ilk göze çarpan konular; cinayet, boşanma, intihar! Bu kadar erozyonun yaşandığı toplumda başka hangi haberler öne çıkabilir ki?

Yabancılaşma, yozlaşma ve değersizleştirme, yalnız aileyi değil, toplumun her kesimini bir ahtapot gibi sarmış durumda.

Bugün ülkemizdeki huzurevleri, kadın sığınma evleri sayısının hızla artması hayra alamet değildir.

Toplumsal yapımızı sorgulama açısından, Halis Toprak örneğini vermemiz yerinde olacaktır. Halis Toprak isimli zat; 17 yaşında bir kızla evleniyor. Ancak işin püf noktası, yaş farkında değil, Halis Toprak’ın bir televizyon kanalında yaptığı konuşmada gizli. Halis Toprak televizyon kanalında şunları söylüyor:

“-Bana anne ve babaları tarafından 50 tane kız getirildi. Getirilen kızların yaşları 17-18 civarında. Ama ben Nazlıhan’ı seçtim. Çünkü o başka! Onu almayacak kadar enayi miyim?”

Avrupa Birliği’ndeki aile yapısının hangi olumsuz noktaya geldiğini yukarıdaki rakamlar söylüyor. Türkiye’deki huzurevleri, kadın sığınma evleri sayısındaki artışlar ve Halis Toprak vari yaşanan olaylar; aile yapımızdaki çözülmeyi, kirlenmeyi ve yozlaşmayı açıkça gösteriyor. Yani Avrupa Birliği ülkelerindeki noktaya doğru hızla ilerliyoruz.

Aile yapımızdaki çözülme, kirlenme ve yozlaşma, toplumumuzu bir ahtapot gibi sarmış durumda.

Açıkça itiraf edelim! Türk toplumu; zihni, ahlaki ve manevi travmayla karşı karşıyadır. Yani aile yapımız da artık hızla AB’leşiyor. Toplumumuzu bu travmadan kurtarmak için acilen önlemler alınmalıdır.

Alınacak bu önlemleri elbetti ki, “bilimi nâkile, dini şekle” indirgeyen beyinler yapamaz!

OPORTÜNİST YAZARLAR - Fahrettin ALİŞAR

OPORTÜNİST YAZARLAR

Fahrettin ALİŞAR

Ülkemizin gündemde bugünlerde “açılımlar” var. Ancak gündemi oluşturanlar; eskinin Marksist militanları, günümüzün köşeli yapı bozumcu oportünist aydın yazarlarından başkası değil. Ancak toplumun bu oportünist yazarların demokrasi ve insan hakları palavralarına karnı tok!

Ancak oportünist yazarların “Kürt açılımı” konusundaki, anayasal, siyasi, hukuki ve idari değerlendirmeleri karşısında, milli yazar ve aydınların suskunluğu da son derece düşündürücü!

Osmanlı Devleti, etnik derneklerin birer siyasi organizasyon halini alması ile kısa sürede dağılma sürecine girdi. Bu etnik dernekleri bir veya birkaç büyük devlet dışardan destekledi. Gerekçe hep aynı idi; “kardeşlik, hürriyet, eşitlik!” Bu dernekler önce dil dahil kültürel haklarını aldılar. Ardından bölünme ile ilgili emellerini gerçekleştirdiler.

Bugün Yunanistan’ın elinde olan bütün topraklar; “Etniki Eterya” adlı Yunan derneği tarafından, Türkler’in elinden alınmıştır. Bugün PKK aynı roldedir.

Türkiye en son Kuzey Irak’a 2007 yılında büyük bir operasyon gerçekleştirdi. Güya ABD’nin istihbarat desteğinde yapıldı. Bu operasyonda kayda değer bir sonuç alınamadı. PKK terör örgütünün lideri konumundaki Murat Karayılan, Londra’da yayınlanan Şarkut Avsat Gazetesi’ne verdiği demeçte aynen şunları söylemiştir:

“-Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 2007 yılından itibaren Kuzey Irak’a yaptığı operasyonlarından kendimizi, ABD ve İsrail’in sağladığı istihbarat sayesinde koruduk.”

Meğer ABD asıl istihbaratı bize değil PKK’ya sağlamış, PKK’ya sağlanan bu istihbaratta İsrail de yardımcı olmuşta, bizim kamuoyumuz bunu fark edememiş!..

Bu demeç bile bize, bu gizli işbirliğini ve sözde “Kürt açılımını” kimlerin gündeme pompaladığı, AB(D)-İsrail Koalisyonu adına Türkiye’de hangi yazarların gündem oluşturmaya çalıştığını açıkça göstermektedir.

Teşhisi doğru koyalım. PKK’ya değil, PKK’nın arkasında olanlara bakalım. AB(D) ve İsrail’in “Barış Gönüllüleri” adıyla yıllardır bu bölgeye fitne tohumları ektiğini, ayrılıkları öne çıkarma çabası sarf ettiklerini görelim. Bugün PKK’nın kullandığı mayınları bunların verdiğini bilelim.

Daha birkaç yıl önce İsrail’li Bakan ne demişti? “Türkiye’nin belli bir parçası ilgi alanımız içindedir!” Yani İsrail bayrağındaki haritayı hatırlatmıştı.

ABD-İngiltere-İsrail Koalisyonu’na ait şirketlerin katkısı ile IMF-Dünya Bankası yasalarının bir bir Türk parlamentosundan geçirilmesi ve bir nevi Türk ekonomisinin işgal altına alınması hep bu çalışmaların bir parçası değil mi?

Hem Türk hem Kürt kardeşlerimize sesleniyorum! Oportünist yazarların gösterdiği yol, AB(D)-İsrail Koalisyonu’nun gösterdiği yoldur. Aklımızı başımıza alalım!

Bizim yolumuz Ahmet Yesevi’nin, Şah-ı Nakşıbendi’nin, Hacı Bektaş-ı Veli’nin, Gül Baba’nın, Karaca Ahmed’in, Sarı Saltuk’un izledi yoldur. Bu yol Anadolu’yu “vatan” yapan yoldur. Gül Baba Macaristan’a nasıl gitti? Karaca Ahmed İstanbul’u, fetihten önce nasıl fethetti? Sarı Saltuk, Balkanlar’ı fetihten önce nasıl fethetti?

Gidilen yol, insana, ferdi iradeye sahip olması öğretmelidir. Ferdi irade, bir başka iradenin tahakkümü altına, bizzat insanın kendisi tarafından konulursa, orada “milli irade” kalmaz. Milli irade kalmayınca “devlet” olmaz. Devlet kalmayınca, inancını yaşama ortamı, namus, şeref de kalmaz.

Türk’ün de, Kürd’ünde ortak çözümü, yeni nesilleri kaynağını kendi varlığından alan ortak hedeflerde buluşturmaktır.

Öyle ise gözümü açalım ve bize AB(D)-İsrail Koalisyonu’nun yolunu gösteren, içimizdeki oportünist yazarlara gerekli cevabı verelim!

Berat Kandiliniz mübarek, tövbe ve dualarımız kabul olsun..

HASBİHAL - Fahrettin ALİŞAR

HASBİHAL
Fahrettin ALİŞAR


Maziyi düşünmek, Yesevi Ocaklarından yetişmiş derviş-gazilerin bölük bölük Anadolu’ya yayılışlarını gözümüzde canlandırmak! Saygılı, huzurlu, güvenli, kararlı, kanaatkar ve Yaradan’a teslim olmuş insanların fevç fevç “uç”lara akışını düşünmek! Anadolu ortalarında kök salan çınarın hayat damarlarına verilen “su” olmak!

Bütün bunları düşünürken, ülkemizdeki gerçeklerle yüzleşmek! Batının her türlü moda rüzgarıyla derhal yön değiştiren, ayıplarını, manasızlıklarını, kötülüklerini büyük bir aşağılık duygusu içinde hemen kabullenip benimseyen; tembel, kabiliyetsiz, para düşkünü, taklitçi, her türlü ananenin düşmanı, gürültücü, kendi kendiyle kavgalı, dedikodu ve gıybet hastası bir güruh görüntüsü içinde yaşanan bir ülkeye dönüşmek!

Uğradığımız bozgunlar; bize kaybettiğimiz realite duygusunu verecek midir? İyimserlik güzeldir ama; kötüyü inkar etmemek ve gerçeğe gözlerimizi kapamamak şartıyla! Çünkü “kötüyü” inkar etmek, onunla mücadele etmeyi önler. Daima “iyilik rehaveti” içinde bulunmak, gayreti tüketir. Aksine hayatı açık ve net olarak görmek, insanları harekete geçirir. İnsanlar ancak yere düştüklerini fark ederlerse, ayağa kalkma cehdini gösterirler. Bu itibarla daima iyimser olmakla birlikte, önce kendimizden başlayarak; inananların birbiriyle ve düzenle olan ilişkilerindeki hata ve eksiklikleri açıkça tenkit ve tahlil etmekten çekinmemeliyiz.

İnsandaki ruhi şahsiyetin olgunlaştırdığı fedakarlık duygusu zayıfladığı zaman, içtimai şahsiyetin beslediği mevki ve makam hırsı, derhal pusudan çıkar ve insanı esareti altına alır. Onu kah küçük hesapların peşinden koşturarak, kah hak ve hakikatleri çiğneyerek kendisine saadet sarayları inşa etmeye çalışan fahiş kazançların çılgını haline koyar. Kah büyük kalabalıklar arasında azamet ve alkışlarla geçmenin sevdalısı olarak siyaset ihtirası peşinde yürütür. İnsanı, insan olmaktan çıkarmaya kabiliyetli hırslar hayata hakim olurlar. Kalabalıkların toplandığı yerlerde alkışlanarak daha da azdırılan işte bu hırslardır.

Büyük işler başarmış bir Milletin mensubu olmanın heyecanı ile şuna veya buna benzemenin değil, kendi kendine benzemenin ve kendi kendini aşmanın şuuruna sahip olmalıyız.

Başarı, hareketsizlikte ve kolaycılıkta değil; Hakka dayalı kuvvete, hedefleri belli ve sürekli çalışmada, kendini inançları içinde eritecek yüksek bir mücadele azminde saklıdır.

Dava; boş gurur ve hırsların tatmini için yapılan bir koşturmaca değil, içtimai, iktisadi, siyasi ve beşeri hayatımızı, Hak’ka uydurma davası olmalıdır. Her türlü gündelik endişelerden uzaklarda, çalışan sanki hayatımızın maverasında hazırlıklarını yapan bir hareket ordusunun fikir fedaileri ancak bu davayı başarabilirler.

Yesevilerin, Yunusların, Mevlanaların yaptığı gibi; küçük iman ocaklarından, çıralar tutuşturulup, Anadolu’da yeniden beyinler ve gönüller canlandırılmalıdır.

Bizi Malazgirt’te galip getiren yüksek seciye ve ruh üstünlüğü, Anadolu’daki bin yıllık tarihimizde yaşamaya devam etti. Bu ruh; Sakarya kıyılarında milletimize direnç verdi ve adı “Kuvay-ı Milliye” oldu. Bu ruh, her türlü olumsuzluğa rağmen; Milletimizi özüne ve inançlarına yabancı bir avuç seçkin karşısında, 86 yıl boyunca dipdiri ayakta tuttu.

Bu ruhu yeniçağa taşımak ve bu ruhun küllenen alevini tutuşturmak için saf tutun! Gelecek, bu ruhu yaşayan ve yaşatanların olacaktır.

ÇİN’İN UYGULADIĞI İŞKENCE TÜRLERİ - Fahrettin ALİŞAR

ÇİN’İN UYGULADIĞI İŞKENCE TÜRLERİ

Fahrettin ALİŞAR

Mersin’de bir sivil toplum kuruluşunun başkanlığını yaptığım 1995 yılında, bir konferans organize etmiştim. Konferansın konusu “Doğu Türkistan”, konuşmacı ise Doğu Türkistan Vakfı Başkanı Sayın M. Rıza Bekin idi. Emekli Tuğgeneral olan M. Rıza Bekin Paşa’nın ilerlemiş yaşına rağmen, mücadeleci ruhu gençlere örnek olacak özelliğe sahipti.

M.Rıza Bekin Paşa’dan bizzat Çin’in Doğu Türkistan’da yaptığı asimilasyon politikalarını uzun uzun dinledim. Müslüman Uygur Türkü’ne; dini inançları, örf ve adetleri, gelenek ve görenekleri konusunda Çin’in yaptığı baskıları, tüylerim ürpererek dinledim. Türkçe konuşmanın, evlerde Kur’an-ı Kerim bulundurmanın, ezbere de olsa Kur’an okumanın yasak olduğunu, bunu yapanların nasıl cezalandırıldığını dinledikçe, manevi dünyamda tarifi zor hislere kapıldım.

Doğu Türkistan Vakfı M.Rıza Bekin geçenlerde bir rapor yayınladı. Bu raporda; ibadet yasağı, Türk bilim adamlarına yapılan engellemeler, asimilasyon politikaları, ekonomik baskılar gibi konulara yer veriliyor.

M.Rıza Bekin’in anlattığı en önemli konulardan biri de Uygun Türkleri’ne yapılan işkence türleri. Çin’in yaptığı “işkence türleri”ni mutlaka her insanımızın bilmesinde fayda vardır.

Kızıl Çin’in Uygur Türklerine yaptığı işkence türleri:

1. Tarlaya Bakmak: Toprak sahibi Müslüman Türkleri, kendi tarlasındaki bir ağaca baş aşağı asmak suretiyle öldürmektir. Bu öldürüş usulüne, “zamanında doyamadığı topraklara, baka baka ölsün” anlamında bu isim verilmiştir. Asılan kişi nefesinin kesileceği anda yere indirilir, ayıltılır ve gözünü açtıktan sonra, “çabuk öldüğün takdirde toprağına kâfi derecede bakamazsın. Doya doya bakarak öl” denir ve ipi çekilerek işkenceye devam edilir.
2. Suya Doyurma: Bazı arazi sahiplerini çuvallara sokup, nehirlere atıp, boğularak ölmelerini sağlamak suretiyle yapılan bir işkence türüdür.
3. Toprağı Kucaklamak: Toprak sahiplerini kendi atlarının kuyruğuna bağlayıp üzerine bir şikâyetçiyi bindirmek suretiyle hayvanı tarlalarda hızla koşturarak öldürmek.

4. Müsavi Taksimi: Mahkumların bir ayağını bir öküze, diğer ayağını ikinci bir öküze bağlayıp bu hayvanları aksi istikamete koşturup mahkumu parçalamak suretiyle yapılan işkencenin adıdır.
5. Kolay Doğum: Toprak sahibi hamile kadınları sırt üstü yatırıp, üzerine birisi veya bizzat kocasını çıkarıp, çiğnetmek suretiyle öldürmekte kullanılan işkence türüdür.

6. Soğuk Depo: Mahkûmları ağır şekilde döverek yarı ölü hale getirdikten sonra kara gömüp öldürmenin adıdır.

7. Kendi Kendine Defin: Mahkûma kendi mezarını kazdırdıktan sonra o çukura sokarak, diğer mahkuma üzerine toprak attırarak diri diri gömerek ölüme terk etme türüdür. M.Rıza Bekin’in anlattığına göre; rahmetli Alptekin bu konu ile ilgili şöyle derdi: “Bu faciaya şahit olan halktan ve mahkûmların aile efradından birçok adam çıldırdı. Birçok kişinin dilleri tutuldu.”

Çin’in yaptığı işkence türleri elbette bunlarla sınırlı değil. Biz size ancak; canlı şahidi olan, halen yaşayan, Uygur Türklerinin ileri gelenlerinden kahraman M.Rıza Bekin’in anlattıklarını aktarabildik. Yani Çin işkenceleri sadece, televizyonlarda izlediğiniz Cuma yasağı, çivili sopalarla dayaktan ibaret değildir.

Doğu Türkistan ile birlikte bugün; Bosna’da, Afganistan’da, Irak’ta, Çeçenistan’da, Karabağ’da, Kıbrıs’ta olup biten işkenceleri kaçımız, ne kadarını biliyor? Katledilen Müslüman ise, Türk ise, seyircisi aynıdır. Yapan aynıdır. Bunlar; AB(D), Rusya, Çin ve onların güdümündeki maşa ülkelerdir.

Bir düşünürümüzün dediği gibi: “ABD’si, Rus’u, Avrupalısı, Türk ve Müslüman’ın nîmetlerini paylaşmada ‘hasım’, Türk ve Müslüman’ı katletmede ‘hısım’ oluveriyorlar.

Öyle ise; bu hasım ve hısımlara karşı, inanların saf tutması ne zaman gerçekleşir ise, kurtuluş o zaman olacaktır. Bundan hiç şüpheniz olmasın!

OBAMA DESTEKLİ SOROS DEVŞİRMELERİ

OBAMA DESTEKLİ SOROS DEVŞİRMELERİ


Fahrettin ALİŞAR



İran’da geçen Cuma günü seçimler yapıldı. Ahmedinecad oyların yüzde 65 ini alınca; ABD ve Almanya’nın başını çektiği Batı; “seçim sonuçlarını tanımayabiliriz” açıklamasını yaptı. ABD’de sürgünde yaşayan Devrik son İran Şahı’nın oğlu Rıza Pehlevi, CNN televizyonuna yaptığı açıklamada; “ABD’nin İran halkıyla dayanışma içinde olduğunu, sonuna kadar buna devam etmesi gerektiğini” söyledi. Rıza Pehlevi CNN’den İran halkına,“sivil itaatsizlik” çağrısı yaptı.

İran’daki seçim sürecinde; ABD’nin CIA’sı ile İsrail MOSSAD’ının çok yoğun bir çalışma yürüttüğü, seçim sonucundaki hayal kırıklığından iyice anlaşıldı.

Batı kamuoyuna, seçimi kaybeden Musavi’nin adı bile “Musevi” diye pazarlandı. Seçimden önce masa başı anketler üretildi. Seçimin galibinin “Musevi” olacağı dünya kamuoyuna yayıldı.

İran seçimleri sürecinde ve sonrasında Obama’nın gerçek yüzünü bir kez daha görme imkanı bulduk. İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad’ın, CIA’nın darbe planları ve provokasyonlarına rağmen, yeni dönem için tekrar seçilmesini hazmedemeyen Obama; Tahran ve büyük şehirlerdeki şiddet haberleri karşısında “sessiz” kalmayacaklarını, Musevi taraftarlarının ihanete uğradığını belirterek, İran konusunda taraf olduklarını açıkça söyleyiverdi.

ABD yandaşı sözüm’ona reformcuların İran’da, “turuncu devrim”e paralel olarak geliştirdikleri “yeşil devrim” diye tabir ettikleri plân, halen işletiliyor.

ABD ve Batı’dan fonlanarak, Ahmedinecad yönetimine karşı ayaklanan, büyük kentlerdeki iyi giyimli Sorosçu gençler; Obama destekli Soros’tan aldıkları yemlerin hakkını veriyor, asayişi bozmak adına provokatif gösterileri yayma planını başarı ile sürdürüyorlar.

Soros devşirmelerinin eylemleri; Tahran’dan sonra Meşhed, İsfahan ve Şiraz’da sürüyor. Bu devşirmelerin eylemlerinin, zengin kentlerde yoğunlaşması dikkat çekici!

Seçimi kaybeden Mir Hüseyin Musavi’nin ABD yandaşı olduğu da iyi açığa çıktı. Devrik Şah’ın oğlu Pehlevi ile birlikte, Batı’nın istediği “sivil itaatsizlik” çağrısına katılması, tam bir işbirliği göstergesi!

Bu seçimlerde İran halkı tuzağa düşmemiş, Batı’nın “demokrasi” palavrasına kanmamıştır. Turuncu devrim kuklalarına çok güzel bir tokat vurmuştur.

Batı için “demokrasi” değil, “çıkar” vardır. Irak’ta 2 milyon Müslüman, “çıkar” uğruna katledilmiş, Afganistan yine “çıkar” uğruna kan gölüne çevrilmiştir. Batı gerçekten fikir hürriyetine saygı gösterseydi, “sözde Ermeni soykırım” iddiaları ile ilgili olarak, Türkiye’yi jenositle suçlamazdı. Bu konuda belgeleri açıklayan tarihçilere, cezaevi yolunu göstermezdi.

Batı gerçekten hak ve adalet peşinde koşan bir medeniyetin sahibi olsaydı, Fener Rum Patriği Bartholomeos’un devlet içinde devlet kurma talebi olan “ekümenik” patrikliği ve “Heybeliada Ruhban Okulu”nun açılması için Türkiye’ye baskı yapmaz, 30 bin kişinin katili cani Öcalan’ın üzerine titremezdi.

İran Cumhurbaşkanı Ahmedinecad’ın, yeniden seçilmesi; ABD ve AB’de endişe yaratmıştır. Kanada Dışişleri Bakanı Lawrence Cannon ve ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, “seçim sonuçlarının İran halkının iradesini yansıtmadığını” açıklayarak, dolaylı olarak seçimi tanımadıklarını ima etmeleri ve bütün çabalarına rağmen başarısızlıklarının şaşkınlığını dışa vurmaları bunu ispatlar niteliktedir.

Avrupa Birliği de, huzursuzluğunu; dönem başkanlığını yürüten Çek Cumhuriyeti’nden yapılan yazılı açıklamada dile getirmiştir. Yazılı açıklamada; İran’daki seçimlerde usulsüzlük yapıldığı, İran’daki nükleer program ile ilgili endişelerinin devam ettiği vurgulanmıştır.

Dünya jandarmalığına soyunarak; Gürcistan, Ukrayna, Kırgızistan ve Lübnan’da renkli devrimler yapan Soros ve yerli devşirmeleri, İran’da başarılı olamamışlardır. Bu aşamadan sonra ABD-AB-İsrail üçlüsünün planı; İran’da halk ayaklanmalarını desteklemek suretiyle, Ahmedinecad yönetimini etkisizleştirme sürecidir.

Son İran seçimleri de göstermiştir ki; boyalı-cilalı Obama’nın, Bush ile arasında hiçbir fark yoktur. Dünya jandarmalığına soyunan “ABD”de önemli olan Başkan değil, sistemdir ve bu sistem eskisi gibi dimdik ayaktadır. Ve Obama da, Bush gibi Soros kanalı ile “turuncu devrim” çalışmalarına son sürat devam etmektedir.

İran seçimlerinin, Batı ve onların içimizdeki devşirmeleri için, bir turnusol kâğıdı görevi gördüğünü, kim bilir kaçıncı kez ibretle seyrediyoruz.

SÖMÜRGENLER - Fahrettin ALİŞAR

SÖMÜRGENLER


Fahrettin ALİŞAR


Obama’nın Mısır’da yaptığı konuşmayı, bir tiyatro oyunu olarak nitelemek sanırım abartılı olmaz. Obama’nın Kahire’de, İslâm Dünyası’na “Selamünaleyküm!” demesi, salonda bulunanlar ve uzaktan izleyen birçok Müslüman tarafından “Aleykümselam!” karşılığını alması, tam bir tiyatro sahnesini hatırlatıyor.

Bunu başka nasıl yorumlayabiliriz ki?

Obama; Hz. İsa’nın Birleşik Kilisesi’ne bağlı bir Protestandır. En çok sevdiği filozof, Protestan dinbilimci Reinhold Niebuhr’dur. En çok sevdiği kitap İncil ve Nobel ödüllü Tony Morrison’dan “Song of Solomon”dur. Bunlar Obama’nın kimliği ile ilgili bilgiler!

Obama’nın kimliğini bir tarafa bırakıp, O’nun “ne dediğini” değil, “neden dediği” üzerinden yola çıkarak, bir durum değerlendirmesi yapalım.

Bir kere Obama’nın sarf ettiği sözlerin ardında ABD’nin birçok emeli saklı durmaktadır. İşte bu saklı emeller iyi tahlil edilmelidir.

ABD, SSCB’nin dağılmasından sonra, İslâm Dünyası’na karşı soğuk savaş başlatmıştır. İki kutuplu soğuk savaşın hüküm sürdüğü dünyada, dönemin iki kutbundan birisi olan SSCB’nin dağılma sürecinden sonra, bu mücadeleden çekilmiştir. Bunun üzerine ABD, soğuk savaşın yönünü ideolojik eksenden, medeniyet eksenine çekmiş, SSCB yerine de İslâm’ı koymuştur. Aynı anda devreye koyduğu; Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), Ilımlı İslâm Projesi, Medeniyetler İttifakı ve Dinlerarası Diyalog, ABD’nin İslâm Dünyasını küresel sisteme eklemleme projelerinden başka bir şey değildir!

Bush döneminde işgal edilen Irak ve Afganistan, demokratikleşme ve özgürleştirme hareketi yutturmacası ile yapılan bir askeri operasyondan ibarettir.

ABD’deki Yahudi Lobisi’nin ürettiği, “11 Eylül terörü” ortamı kullanılarak; “ya bizdensiniz ya da düşmansınız!” denilerek, İslâm Dünyası’na bir dayatma başlatıldı. Bush ağzındaki baklayı Beyazsaray’da çıkardı: “Haçlı Seferi Başlattım!”

Soros’un “kadife devrimleri” birbirini izledi. Amerikancı yönetimlerin iş başına gelmesi için, yeşil dolarlar havalarda uçuştu.

Bütün bunlara rağmen ABD için sonuç koskoca bir fiyasko oldu. ABD’nin soğuk savaş sonrası bu buyurucu, dikte ettirici, zorba anlayışı, dünya ile özellikle İslâm Dünyası ile karşı karşıya gelmesine neden oldu. Amerikan karşıtlığı tavan yaptı.

Derken Amerikan sistemi; boyalı, cilalı bir “Başkan” ortaya çıkardı. Onun adı Obama idi. Hem de isminin önünde “Hüseyin” olan bir Obama!

Hüseyin Obama önce Türkiye’yi ziyaret etti. “Ezan’a saygı” dedi. Sultanahmet Camii’ni ziyaret etti. İslâm Dünyası’na olumlu mesajlar verdi. Ardından bir başka İslâm Ülkesi olan Mısır’a gitti. Kahire’de “Selamünaleyküm!” dedi. “İslam, ABD’nin bir parçasıdır!” dedi. Daha da ileri gitti: “Hiçbir ülke, başka bir ülkeye zorla bir yönetim şeklini kabul ettiremez!” dedi.

Peki ama bunları neden söyledi?

1798 yılında, Mısır’ı işgal eden Napolyon şöyle demişti:

“-Ben Katolik geçinerek Vendee Savaşı’nı kazandım. Müslüman geçinerek Mısır’a yerleştim. Papacı geçinerek İtalya’da yürekleri kazandım. Bir Yahudi halkını yönetecek olsam, Süleyman’ın tapınağını yeniden kurardım!”

İşte izlenen taktik budur. Obama da Napolyon’un izinden gitmektedir. Obama’yı boyalayıp cilalayın Yahudi Lobisi tarih dersini iyi çalışmıştır.

Bu sözleri sarf eden Napolyon da, Mısır’da “Selamünaleyküm!” diyen Obama da, emperyalist güçlerin birer siyasi figürleridir. Bugün ABD sistemi, boyalayıp, cilalayıp İslâm Dünyası’na gönderdiği Obama sayesinde, İslâm Ülkelerindeki sömürgesini daha rahat ve uzun vadeli devam ettirmeyi planlamaktadır.

Dünyadaki “sömürgenler”in; dünkü temsilcisi Napolyon idi, bugün de Obama’dır. Tarih geçmişten ders almak için okunmaz mı?

Napolyon 1798’de İskenderiye’de şöyle demişti:

“-Fransız ordusu bir emperyalist değil, bir kurtarıcıdır. Fransız Milleti, Müslümanların bir parçasıdır!”

Bugün Obama Mısır’da ne dedi:

“-İslâm, Amerika’nın değişmez bir parçasıdır!”

Bu iki söylem bize; dün ve bugünkü “sömürgenlerin” izlediği taktiğin aynı olduğunu göstermez mi?

Ülkemizde ve İslâm Ülkelerinde; bu sömürgenleri alkışlayanları ve bunlara methiyeler dizen yağdanlık kalemleri gördükçe, İslâm coğrafyasının neden kan ağladığını daha iyi anlıyorum!

AHLÂKI HARABE OLAN MİLLETİM - Fahrettin ALİŞAR

AHLÂKI HARABE OLAN MİLLETİM

Fahrettin ALİŞAR


Sade, abartıdan, cafcaftan ve yalandan uzak bir yaşantı sürdüren insanların, peşinden gittikleri lider pozisyonundaki insanlarda, bazı özellikler aramalıdırlar. Makamın, gücün, zenginliğin, nüfuzun oyununa gelerek şımaran insanları, kendi temsilcisi olarak görmek, büyük bir gafleti ifade eder. Gücün, zenginliğin ve nüfusun oyununa gelmemek ve şımarmamak, sade yaşamın, kâmil insan olmanın olmazsa olmazıdır.
Ne demek istediğimin daha iyi anlaşılması için, yaşanan bazı örneklerle konumuza devam edelim! Bu ülkede düğünler yapılıyor. Önemli makamlarda oturanların kızlarının düğününe binlerce kişi katılıyor. Sırf o makamda oturan kişinin kızı olduğu için bu düğüne katılıyorlar. Düğünde; gelin ve damada binlerle ifade edilen cumhuriyet altını, bilezik, künye, bileklik, kilolarca altın takılıyor. Merasimde yapılan ikramlarla, düğün adeta bir gösteriş, israf ve şatafata dönüştürülüyor.
Bu ve buna benzer yaşanan olaylar; peşinden gidilen lider pozisyonundaki insanların, dini ve geleneksel etkinliğinin nasıl da abartıldığını gösterir. Bir tek düğünde değil, her türlü sosyal ve dini etkinlikte, gösterişe ve şatafata çeviren bu elit insanların davranışları, neredeyse artık normal bir davranış, normal bir uygulama gibi görülmeye başlandı. Bu büyük bir tehlikedir.

Bu ülkede; lüks, gösteriş ve şatafat, imtiyazlı insanlar için, bir yaşam felsefesi haline gelmiştir. Gösteriş ve israf sosyal bir boyut kazanmıştır.



Bir yanda karnını günübirlik doyurmaya çalışan insanlar, diğer yanda ise lüks, gösteriş ve şatafat meraklısı imtiyazlı insanlar!
İslam Dini’nin; “israf etmeyiniz, yoksulu gözetiniz!” ilkeleri adeta unutulmuş.

Sadeliğin ve alçak gönüllüğün yaşandığı ilçeler, kasabalar, semtler neredeyse yok olmuş.

İsrafın, gösterişin, şatafatın yaygınlaştığı, bunu yaşam felsefesi haline getiren imtiyazlı insanların çoğaldığı bir toplumda, “ahlâki yoksulluk” da çoğalmış demektir.



Aristo’nun konu ile ilgili tespitine katılmamak mümkün değildir:
“-En bedbaht olan millet; kaleleri ayakta dururken, ahlâkı harabe olan millettir!”

Gösteriş ve şatafat bu bakımdan bireysel değil, toplumsal bir tahribattır. Ülkemizde yaşanan toplumsal tahribata, imtiyazlı insanların öncülük ettiğini söylemek, asla abartılı olmaz.

Gösteriş ve şatafatla mücadele etmek için önce; lüks, gösteriş ve şatafatı yaşam felsefesi haline getiren, imtiyazlı insanların peşini bırakmak lazımdır.

28 ŞUBAT SÜRECİNİN BAŞ AKTÖRÜ ÇEVİK BİR’E MEYDAN OKUYAN SİYASETÇİ KİMDİ? - Fahrettin ALİŞAR

28 ŞUBAT SÜRECİNİN BAŞ AKTÖRÜ ÇEVİK BİR’E MEYDAN OKUYAN SİYASETÇİ KİMDİ?

Fahrettin ALİŞAR

28 Şubat sürecinin en hareketli olduğu dönemdir. İstanbul Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Salonu’nda bir etkinlik düzenlenir. Etkinliğe merhum Muhsin YAZICIOĞLU’nun yanında, 28 Şubat sürecinin baş aktörü Çevik BİR de davetlidir. Muhsin YAZICIOĞLU salona girer ve kendisine ayrılan yere oturur. Protokolde oturanlardan biri de Çevik BİR’dir.

Muhsin YAZICIOĞLU’nu salonda gören Çevik BİR; bir elemanı vasıtasıyla Muhsin YAZICIOĞLU’na bir not gönderir.

Muhsin YAZICIOĞLU’na yaklaşan Çevik BİR’in adamı:

“-Bu notu size Çevik BİR paşam gönderdi!” der.

Kağıdı alan Muhsin YAZICIOĞLU nota şöyle bir göz atar. Notta aynen şu yazılıdır:

“-Türkiye’nin İran olmasına asla izin vermeyeceğiz!”

Notu okuyan Muhsin YAZCIOĞLU hemen cebinden kalemini çıkarır ve bu notun arkasına şunu yazar:

“-Biz de Türkiye’nin Suriye olmasına izin vermeyeceğiz!”

Yazdığı cevabın ardından hemen notu Çevik BİR’e iade eder.

Evet, Muhsin YAZCIOĞLU ve Çevik BİR arasındaki İran-Suriye atışması ne anlama geliyordu. 28 Şubat sürecinin kudretli(!) paşası Çevik BİR, Refahyol iktidarını 7 milletvekili ile ayakta tutmaya çalışan BBP Genel Başkanı’na “irtica” içerikli bir mesaj yolluyor, tabiri caiz ise; “Sayın Muhsin YAZICIOĞLU, ayağını denk al” demeye getiriyor. Muhsin YAZCIOĞLU da bu mesaja karşılık, Türkiye’nin Suriye’deki Baascı rejimi gibi bir baskı rejimiyle (ki o dönemde Suriye’de baskıcı bir yönetim vardı) idare edilmesine izin vermeyeceklerini, dolayısıyla darbelere karşı direneceğini söylüyor.

Direnme mesajını kime gönderiyor?

Bizzat postmodern darbenin komutanı olan Çevik BİR’e. Söz konusu mesajın anlamı şudur:

“-Siz darbe yapabilirsiniz, ama bizler de bu darbeye direneceğiz. Halkımızın baskıcı bir rejimle ezilmesine asla müsaade etmeyeceğiz!”

Sadece bu davranış bile, merhum Sayın YAZICIOĞLU’nun ne kadar “cesur ve milli siyasetçi” olduğunu ispatlamaya, yeter de artar bile.

İşte Muhsin Bey böyle bir adamdı. O dönemde kendisine teklif edilen hükümet ortaklığı, bakanlık, bürokrasi gibi makamları, kesinlikle kabul etmedi. O sadece “Müslümanların İktidarı”na karşılıksız destek verdi. İşte bu yüzden Sivaslısı, Konyalısı, Erzurumlusu, Karslısı, Edirnelisi, Mersinlisi, Hakkarilisi, Mardinlisi, Hataylısı O’nun cenazesine koştu. Onu karşılıksız sevdi.

Şahitlik ederim ki:

O vefalıydı.

O sağlam bir Türk Alpereniydi.

O temiz bir Müslüman’dı.

O iyi bir Mü’min’di.

O; iki saniyesine hükmedemediğin bir dünya için fırıldak olmaya gerek yok sözü ile hayat felsefesini ortaya koyan, bir yiğitti.

Rabbim rahmet eylesin, mekanın cennet olsun, yiğit adam Muhsin YAZICIOĞLU!

TOPLUMDA DEĞER ÇÖZÜLMESİ - Fahrettin ALİŞAR

TOPLUMDA DEĞER ÇÖZÜLMESİ

Fahrettin ALİŞAR

Gözünü kırpmadan arkadaşını boğazlayıp öldüren caniler, piyasayı dolandıran çeteler, ondört yaşında gencecik kız çocuklarını taciz eden sözüm’na aydınlar, otoban kenarlarında otomobil barınaklarında fuhuş ticareti yapan ahlaksızlar, bu toplumun içinden çıkan insan görünümlü yaratıklar değil midir?

Bu kadar da ağır sözler sarf etmenin bir anlamı yok, bunlar münferit olaylardır diyemeyiz? Bu tür olaylar; münferit olaylar değildir, belirli alanda da sınırlı kalmamaktadır. Bu insanları; yalnızca hukuken gayrimeşru ve suç sayılan işlerle meşgul olan, suça meyilli insanlar arasından çıktığını düşünmek de doğru değildir. Birçok meşru ve itibarlı işlerle meşgul olan insanların da benzer zihniyete sahip olduğu gördük, görüyoruz. Dolayısıyla toplumda yaşanan bu olaylar psikolojik olmaktan daha çok sosyolojiktir.
Bu insanlar; değersizliği, ahlâksızlığı, onursuzluğu hatta ve hatta dinsizliği, nasıl olup da, ahlâki ve dini değerlerin gölgesi altında sürdürmeyi düşünebiliyorlar?

Bir insan; hem dindar hem müfteri, hem çete mensubu hem umre yolcusu olabilir mi? Bu vicdanlar nasıl oluyor da bir araya gelmesi mümkün olmayan değerler, aynı anda bir arada bulunabiliyor?

Onursuzluğu, ahlaksızlığı, namussuzluğu ve haysiyetsizliği, akla uygun hale getirmek, nasıl bir ahlakın ürünü olabilir?

Bu insanları bu noktaya, kavram ve değer sapmaları mı getirdi? İnsanların Dince kutsal sayılanlara riayetsizliği, din dışı olmalarından mı, yoksa Dinin özünü kavrayamamalarından mı kaynaklanmaktadır?
Konu ile ilgili yüzlerce soru sorulabilir. Ama bu sorulara verilecek cevap çok önemlidir. Verilecek cevaplar, muhtemelen birbirine yakın cevaplar olacaktır.

Toplumda karşılaşılan bu olaylar; toplumun ne denli zihni, ahlaki ve manevi travmayla karşı karşıya kaldığını göstermeye yeter de artar bile.


Yaşanan bu olaylar, yukarıda da belirttiğim gibi; münferit olaylar değildir, belirli alanda da sınırlı kalmamaktadır. Yani istinasız her yer ve her kesimde olabilmektedir.

Değer ve kavram kargaşasının sınırlı alanda değil, istisnasız her yer ve her kesimde olması durumu, ne denli vahim bir hal aldığını gösterir. Maddi alanda yaşanan baş döndürücü gelişmeler de, manevi-ahlaki alanın zamanında cevap verememesine neden olmaktadır.
Bu yaşananlar gösteriyor ki; insanımızın büyük çoğunluğu yarım dini, yarım ahlaki, yarım insani ve yarım ilmi bilgilere sahiptir. Yarım inançlı, yarım itikatlı, yarım bilgili, yarım eğitimli, yarım ahlaklı, yarım değer sahibi, yani “yarım insanlar”ın ortaya koyduğu değerler zinciridir.


Bana göre bu yaşananlardan, “bilimi nâkile, dini şekle” indirgeyenler sorumludur.

Dinin ya da ahlakın yalnızca şekil, görüntü ve söylemden ibaret olmadığını birileri çıkıp cesaretle anlatabilmelidir. Dini ya da ahlaki söylemler aynı kalitedeki eylemi üretmiyorsa, ortada büyük bir çelişçi yok mudur? İçi, özü, cevheri olmayan yalnız görüntüden ibaret inanç gösterileri, içeriği olmayan insan davranışlarına neden olmaktadır. Şekilden ibaret, içi boşaltılmış, özü olmayan inanç algısı, her çeşit amacın aracı olmaya hazır insan tipi ortaya çıkarmaz mı? Yaşananlar bunu göstermiyor mu?

BİR COĞRAFYAYI “VATAN” YAPAN ZENGİNLİKLERİMİZ - Fahrettin ALİŞAR

BİR COĞRAFYAYI “VATAN” YAPAN ZENGİNLİKLERİMİZ 

Fahrettin ALİŞAR 

      Geçen haftaki köşe yazımdan sonra, elektronik posta adresime gelen iletilerin çoğu, “Mardin vahşeti” ile ilgili oldu. Nasıl olur da, Mardin’de böyle bir olay cereyan edebilir? Bunun nedeni ne olabilir? Sorular, sorular!...

      Mardin deyince benim aklıma ilk gelen Abdülkadir Geylani Hazretleri’dir. Abdülkadir Geylani Hazretleri Mardin’den geçerken, abdest almak ister. Çevresindekilere suyun bulunduğu bir yer sorar. Oralarda su bulunmadığı cevabını alınca, bastonunu yere vurur ve o çevrede kırk yerden kırk pınar fışkırır. Yöre halkı da oraya kırk adet çeşme yaptırır. Bu kırk çeşme, Mardin Mazıdağı’nda hâl şarıl şarıl akmaktadır.

      Tabii bu bilgilere, bizim entel-dantel takımı “bu çağda bu kafa” diyecektir. Ben bu entel-dantel takımına diyorum ki; bu coğrafya, işte böyle uhrevi zenginliklerle, “coğrafyadan vatana” dönüştü. Mardin’i bir coğrafyadan, bir vatan toprağına dönüştüren, Abdülkadir Geylani Hazretleri’nin uhrevi zenginliğinden başka bir şey değildir.

      Bugün entel-dantel takımının ilham kaynağını oluşturan “Batı”, buraları vatan toprağı yapan uhrevi zenginliklerimizi çok iyi bildiği için, bu vatan topraklarında “Hıristiyan Azizler”in izini sürmektedir. Buldukları her iz için, içerideki teslimiyetçi temsilcileri ile bin bir türlü dolap çevirmektedir. Batı çevirdiği dolapların hemen ardından baskı uygulamaktadır. Bu baskılara karşı, içimizdeki teslimiyetçiler; “kültür zenginliği”, “insanlık mirası”, “çağdaşlık”, “aydın kafalılık” edebiyatı ile halkı kandırmaktadır. Türk-İslâm Medeniyeti ve kültürünün manevi değerlerine sahip çıkma noktasına gelindiğinde, adeta nevirleri dönmektedir.

      Sen bu topraklardan Abdülkadir Geylani’yi Mardin’e çeken, Sultan Şeyhmusları, Hacı Bektaşileri, Mavlânâları, Ak Şemseddinleri, Hacı Bayramı Velileri, Yunus Emreleri, Ebu Eyyub El Ensarileri, o topraklardan atarsan, işte o topraklardan Hıristiyan Azizleri, Barış Gönüllülerini ve PKK teröristleri, kan davaları, töre cinayetleri fışkırır. Haksız yere bir kişiyi öldürmenin Allah katında bütün insanlığı öldürmekle eşdeğer olduğu şuuru nasırlaşır. Cinayetler, eroin kaçakçılığı, insan ticareti, zimmet, vatan hainliği cirit atar.

      O Mardin-Mazıdağı-Bilge Köyü ki; Hz. Abdülkadir Geylani’nin müridi Musa Bin Mahin Mardini’ye (Sultan Şahmus)’a, kırk çeşme hediye eden köydür. Böyle bir köyde, kız alıp verme yüzünden çoluk-çocuk, kadın erkek demeden 44 kişi katledilebildi. Bu köyde kırk çeşmeden kaynak suyu değil, gözyaşı akmaya başladı.

      Bu katliamın elbette ki bir sosyolojisi vardır. İnsanların intikam ve yıkıcılık duygusuna yönelmesi en zor olan duygudur. Sosyoloji ve tarihi, siyasete feda ederek, varsa yoksa intikam duygularıyla doldurulanlar, insanlık duygusundan çıkarılmış duygulara sahip duygulardır.

      İnsan katletmenin gerekçesi olamaz. Terör ekenlerin fırtına biçtiği bir vakıadır. Kan dökmek, vahşilik, canilik namus temizlemenin aracı olamaz. Bu vatan topraklarında etkin olan odakların, bir takım gerekçeler arkasına saklanarak terörü bir yöntem olarak seçmeleri, insanların sosyolojisini ve psikolojisini bozmaktadır. Bu olay, insanları insanlığından ayırma faaliyetine dönüşmüştür.

      Avrupalılaşma, “Avrupa devlet tipi” oluşturma, yani taklitçilik çabaları bizi bir yerlere götüremedi. Ne Batılı olabildik ne de Doğulu. Kendimize özgü bir ekonomi politikası, kendimize özgü bir eğitim sistemi oluşturamadık. Avrupa’dan metot ve teknik yerine, sistemini taklit etmeye çalıştık. Bir ideoloji ancak bir toplumun kişiliğinden, milli ve manevi değerlerinden doğabilir.

      Tekrar Mardin-Mazıdağı-Bilge Köyü vahşetine dönecek olursak; o topraklara yeniden, Abdülkadir Geylani’yi Mardin’e çeken, Sultan Şeyhmusların, Hacı Bektaşilerin, Mavlânâların, Ak Şemseddinlerin, Hacı Bayramı Velilerin, Yunus Emrelerin, Ebu Eyyub El Ensarilerin fikir tohumları ekilmeden, uhrevi zenginlikleri ile insanları eğitmeden, buralara huzur gelmesi, kardeşlik gelmesi mümkün değildir.

      Unutmayalım! Bu coğrafyayı “vatan” yapan manevi zenginliklerimiz, bu Milleti Millet yapan temeli ögedir.

IMF BATAKLIĞINDA DEBELENENLER - Fahrettin ALİŞAR

IMF BATAKLIĞINDA DEBELENENLER


Fahrettin ALİŞAR


IMF ve Dünya Bankası’nın bu yılki ilk gündem maddesini “küresel kriz” oluşturdu. Bu gündem ile toplanan IMF ve Dünya Bankası kurmayları, önümüzdeki yıllarda atılacak adımları, planlanan hareket alanını tartışmaya açtılar. IMF’nin daha güçlendirilmesi için, acilen girişimlerin başlatılması kararı kabul edildi. Fon’un kaynaklarının 500 milyar dolar artırılması, başta gelen konulardan biri oldu.

Fon kaynaklarının 500 milyar dolar artırılması hususunda ilginç gelişmeler yaşandı. Bugüne kadar IMF’den para almış bazı ülkeler de, fon kaynaklarının artırılması konusunda taahhütte bulundu. Çin 40 milyar dolarlık desteği sağlama taahhüdünde bulundu. Brezilya yaklaşık 5 milyar dolarlık katkı yapacağını duyurdu. (Ekonomik konularda Brezilya bir zamanlar Türkiye ile benzerlikleri olan bir ülke idi.)

Brezilya Başkanı Lulu; bir sendika lideri olarak, 20 yıl boyunca, IMF karşıtı eylemlerde bulunduktan sonra, şimdi bu kuruluşa destek vermelerine dünya kamuoyunun inanmadığını belirtiyor.

Türkiye’nin IMF ile anlaşma konusunda tam bir belirsizlik yaşanıyor. Kredi alacağı kesin ama, ne kadar kredi sağlanacak, ne zaman alınacak, tam muamma!

2009 yılında finansal ihtiyacımız 40 milyar dolara ulaştı. Üç yıllık bir perspektifte, iyimser bir tahminle ortalama yıllık 10 milyar doları aşar. Üç yıllık bir program çerçevesinde, IMF’den toplamda ne kadar kredinin alacağı bu rakamdan ortaya çıkıyor.

Ülkemizde ekonomik konularda tam bir belirsizlik yaşanıyor. Plansız, ne yapacağını bilmez bir yaklaşım tarzı hakim! Sayın Şimşek; IMF ile 3 yıllık bir Stand-BY programı üzerinde çalıştıklarını belirtiyor. Kesin bir tarih ve ayrıntılı bilgi veremiyor. Teşhis ve tespitte kafaları karıştırıyor.

Bakan Şimşek; Washington’da yapılan “Rumi Forum”da, küresel kriz ve Türkiye ekonomisi konusunda, Türkiye’nin küresel krize karşı önlemler aldığını, ilerleme kaydedildiğini belirtiyor. Aynı açıklama sırasında; yalnız Türkiye’nin aldığı önlemlerle değil, ABD’nin küresel ekonomi ile ilgili alacağı önlemlerle, krizin aşılacağını ağzından kaçırıyor.

Buradan şu sonuca gideriz: “ABD önlemleri alır, Türkiye düzelir!” Aman Yarabbi! Bu nasıl anlayış?

Bunun adı teslimiyettir, acizliktir.

Küresel sorunun sadece Türkiye’nin alacağı önlemlerle aşabileceğini, bunun uluslar arası boyutu olmadığını iddia etmiyorum. Elbette ki uluslar arası boyutu var. Elbette ki küresel alandaki işbirliği ve sinerji, milli ekonomilere rahatlık verir. Ancak önce ülke içinde gerekli tedbirler alınır, ondan sonra uluslar arası gelişmeler takip edilir ve katkı verilir.

Merkez Bankası, “Para Politikası Kurulu Toplantısı”nda; yılın ilk çeyreğinde ekonominin büyüme hızındaki daralmanın, çift haneli rakamlara ulaşacağını duyurdu. Yani ilerleme emaresi görünmüyor.

Ekonomide ilerleme yaşanıyor, kriz teğet geçiyor diyemiyorum. Çünkü gelişmeler, elimizdeki rakamlar, işin ehli ekonomistler ve kurumlar böyle söylemiyor.

Türkiye yıllardır izlenen IMF ve Dünya Bankası güdümlü ekonomik politikalar yüzünden, IMF bataklığına sürüklenmiş durumda. Bu bataklıktan kurtulmak için çare gösteren politikacıların önüne, senelerdir bin bir türlü barikatlar kuruluyor.

“ABD önlemleri alsın, Türkiye düzelsin” zihniyetinde olan, teslimiyetçilerin ekonomik direksiyonda oluşu, IMF bataklığında debelenmekten başka bir şey değildir. Ne zaman ki bu teslimiyetçilerden kurtuluruz, o zaman Türkiye bu IMF bataklığından kurtulur

MİLLETE AB(D) PRİZMASINDAN BAKANLAR - Fahrettin ALİŞAR

MİLLETE AB(D) PRİZMASINDAN BAKANLAR

Fahrettin ALİŞAR
28.04.2009


Bu millet “tamam bitti” denilen anlarda bile, egemenliğinden taviz vermeyen bir millettir. En zor şartlarda, kendisine yan gözle bakanlara dersini vermesini bilmiştir. Tarih bunun bariz örnekleri ile doludur.

Osmanlı Devleti’nin, Avrupa kıtasındaki siyasal ve sosyal gelişmeler üzerindeki, belirleyiciliğini azaltan antlaşma, “Karlofça Antlaşması”dır. Bu antlaşma bizim o zamana kadar en büyük toprak kaybımızı görüştüğümüz bir antlaşmadır. Osmanlı Heyeti; düşmanları olan Avusturya, Venedik, Polonya ve Rusya’ya karşı dört cephede aynı anda savaşmış, savaş sonrası dört ayrı masada görüşmelerini yürütmüştür.

Karlofça antlaşmasını, 1200 kişilik bir Osmanlı Devleti müzakere etmiştir. En zor şartlarda olmasına rağmen, bu heyet asla “teslimiyet ruhu” içinde olmamıştır. Devletin izzetini korumak ve işgale uğramış toplarından mümkün olan en büyük hisseyi geri almak inancı ve gayretiyle hareket etmiştir. Bu antlaşmada; taş taş, köy köy müzakere edilmiştir. Osmanlı Heyeti, anlaşmadaki olumsuz tavırlar karşısında, “savaşı yeniden başlatırız!” tehdidi ile karşılık verebilmiştir. Bunun ayrıntıları tarihin tozlu raflarında yerini almaktadır.

Bizim tarihimizin hiçbir döneminde toprağın pazarlığı yapılmamıştır. Mağlubiyet sonrasında bile onurlu ve vakar duruşumuz devam etmiştir. İşte Karlofça antlaşması bunun en büyük örneğidir.

Bizim atalarımız; çakıl taşının hesabını yapmış, çakıl taşının hesabında kelle istemiştir. Ancak içimizden, her dönemde “teslimiyet ve taviz gafleti içinde olanlar” çıkmıştır.

Birinci Dünya Savaşı’nın bitimine yakın, dünyaya yön verecek politika izleme kararı alan, zamanın ABD başkanı Thomas Wilson, 8 Ocak 1918’de 14 prensip açıklamıştır.

Bu prensipte yer alan maddelerden biri de Osmanlı toprakları ile ilgilidir. Bunun açıklanmasının hemen ardından, içimizden çıkan bazı teslimiyet ve taviz gafleti içinde olanlar; “Wilson Prensipleri Cemiyeti” isimli bir örgüt kurmuşlardır.

İçimizdeki bu teslimiyetçiler daha ileri gitmişler; “ABD mandası” isteyebilmişlerdir. Aralarında Halide Edip (Adıvar), Yunus Nadi, Ahmet Emin (Yalman), Dr. Celal Muhtar, Velit Ebüzziya, Ali Kemal, Celal Nuri, Necmettin Sadık ve Mahmut Sadık, ABD Başkanı Wilson’a bir mektup yazarak, “Amerikan mandası” istemişlerdir.

Bu mektuptan yaklaşık 5 ay sonra, Mayıs 1919’da bu kez üç asker, İstanbul’daki Amerikan Kuruluna başvurarak, “ABD mandası” istemişlerdir. Bunlar; Ahmet İzzet Paşa (Furgaç), Cevat Paşa (Çobanlı) ve Çürüksulu Mahmut Paşa’dır. Ahmet İzzet Paşa’nın; sadrazamlık, genelkurmay başkanlığı ve harbiye nazırlığı yaptığını, Cevat Paşa’nın; genelkurmay başkanlığı yaptığını düşünecek olursak, rezaletin büyüklüğünü daha da iyi anlayabiliriz.

Peki Wilson Prensipleri’nin içinde, bizim ile ilgili ne vardı? Anadolu’nun doğusunda bir Ermenistan ve Kürdistan kurulması kararı vardı. Zaten Wilson Prensipleri’nin hemen ardından “Sevr” önümüze konulmuştur.

Amerikan ve İngiliz Ajanları’nın; Ermenistan ve Kürdistan Devleti hayali ile, Anadolu’nun doğusunda neler yaptığını, halkı nasıl kışkırttıklarını, Ermeni ve Kürtleri nasıl kullandıklarını iyi tahlil ettiğimizde, “sözde Ermeni soykırımı iddialarını” ve “PKK terör örgütü serüvenini” iyi anlayabiliriz.

İngiliz ajanlarının, doğuda Kürtleri kışkırttıkları günlerde; Kürt aşiretlerinin Lozan’a çektikleri: “Bizim bir ayrılığımız yoktur, aynı milletin evlatlarıyız!” mealindeki telgrafları takdire şayandır. Bu ruh ve direniş bilinci, Türkiye’yi “Wilson tuzağı” ile “Sevr tuzağı”ndan kurtarmıştır.

Şimdi önümüze yine Ermenistan ve Kürdistan tuzakları kurulmuştur. Ermeni soykırımı palavrası ısıtılıp ısıtılıp önümüze konulmakta, İngiliz Lordlar Kamerası doğuda yol haritası çizmektedir.

Olaylara “AB(D) prizmasından bakan” içimizdeki teslimiyetçiler; taviz vererek, tek taraflı iyi niyetle, Wilson Prensipleri ve Sevr tezgahlarını aşabileceklerini zannetmektedirler.

Soros’un Obaması’nın yanak okşamasına, gülücükler dağıtmasına bakmayın! AB(D)’nın Irak’ta yaptığı katliamlara, Amerikan kıtasındaki Kızılderili katliamına bakın. Demokrasi imiş, insan hakları imiş, bunlar onların boyalı yüzü.

Millete AB(D) prizmasından bakanlarla; Wilson Prensipleri ve Sevr tezgahının bozulması mümkün değildir. Önce, içimizdeki teslimiyetçi ruhlardan kurtulmak gerekir.

FAHRETTİN ALİŞAR

FAHRETTİN ALİŞAR


1963 yılında Konya'nın Derbent İlçesi'nde doğdu. İlk ve orta öğrenimini Derbent ve Konya'da, yüksek öğrenimini G.Ü. Eğitim Fakültesi'nde tamamladı. A.Ü.de lisansüstü eğitimini (mastırını) bitirdi. Yüksek lisans tezini "Türk Memur Sendikacılığının Örgüt Yapısı ve Model Yaklaşımı" konusunda hazırladı.
Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde 17 yıl öğretmenlik ve idarecilikten sonra, Başbakanlık Müşavirliği görevine atandı. 3 yıl Devlet Bakanı Danışmanı olarak görev yaptı. Daha sonra Başbakanlık ÖZİ'ye uzman olarak atandı. Halen bu görevine devam etmektedir.
Mersin'de görev yaptığı yıllar; İçel halk kültürünün araştırılması ve yazılı hale getirilmesi amacıyla, bölgede derleme çalışmaları yaptı. Derlemelerini İçel Kültürü Dergisi, Erciyes Dergisi, Güneyde Kültür Dergisi, Millî Kültür Dergisi ve Millî Folklor Dergisi'nde yayınladı.

10 yıl süreyle Mersin'de, İçel Kültürü Dergisi'nin çıkarılmasına katkıda bulundu.
TRT GAP Televizyonu'na, KKTC Çocuk Oyunları ve İçel Çocuk Oyunları'nı hazırladı ve bu programların danışmanlığını yaptı.
Birçok dergi, bülten ve gazetede; halk bilimi, eğitim ve kamu sendikacılığı konularında araştırma ve makaleleri yayınlandı. Yine birçok yerel ve genel televizyonda bu konularda televizyon programlarına konuşmacı olarak katıldı.
Ahmet Yesevi Üniversitesi Ankara temsilcisidir.
Türkiye Yazarlar Birliği, İLESAM ve Türk Folklor Araştırmaları Kurumu üyesidir.

YAYINLANMIŞ ESERLERİ

· İçel Çocuk Folkloru
· KKTC Çocuk Folkloru
· DERBENT
· ÇİĞİL TÜRKLERİ ve AŞAĞIÇİĞİL
· Nefsimize Zor Gelen Yazılar
· Kamuda Görevde Yükselme Kitabı (GYS)
· Konya Çanakkale Şehitlerimiz
· Derbentli Şehitlerimiz

YAYINA HAZIR ESERLERİ

·Konya Yer Adları, Yerleşik Bulunan Oymak, Cemaat ve Aşiretler
·Türk Memur Sendikacılığının Örgüt Yapısı ve Model Yaklaşımı (Tez Konusu)

falisar@mynet.com