VUVUZELA İŞKENCESİ - Fahrettin ALİŞAR

VUVUZELA İŞKENCESİ

Fahrettin ALİŞAR

Son iki haftadır, İsrail ile ilgili konulara değiniyoruz. Bu konuda bazı okuyucularımdan olumsuz yönde tenkitler aldım. Elektronik posta adresime gelen mesajların çoğu, ülkemizin içinde bulunduğu ekonomik sorunlara hiç değinilmediği, ülkenin öncelikli sorunlarının göz ardı edildiği yönünde görüşler içeriyor.

Bir yazarın beslendiği pınar okuyucusudur. Elektronik posta adresime mesaj göndererek, duyarlılık sergileyen okuyucularıma en içten teşekkürlerimi iletiyorum. Bu iletiler karşısında duyarsız kalmak bir yazarın yapacağı en son davranıştır.

Ülke olarak dünyada kimseye muhtaç olmadan, kendi karnını doyurabilen yedi ülkeden biri iken önce buğday şimdi de et ithal eder bir ülke olduk. Gümrük Birliği anlaşması, Avrupa Birliği uyum yasaları, tarımımızı bitirdi. Pancar üretici, buğday üreticisi, sebze meyve üreticisi kan ağlıyor.

Sorun sadece tarımda mı? Bankalara ferdi kredi borcunu ödemeyenlerin sayısı bir ay içinde yüzde 6,4 artarak 35 bin 977’ye çıktı. Kredi kartı borcunu ödemeyenler ile gecikmeli ödeyenleri gösteren negatif nitelikli ferdi kredi ve kredi kartları sisteminde yer alan kişi sayısı, 2010 Nisan ayında, bir önceki aya göre yüzde 2 oranında yükselerek 99 bin 325’e yükseldi. Merkez Bankası verilerine göre, 2010 Mart ayında, kredi kartları borcunu ödememiş kişi sayısı 65 bin 597, ferdi kredi borcunu ödememiş kişi sayısı 31 bin 807, ferdi kredi ve kredi kartları borçlarını ödememiş kişilerin toplamı da 97 bin 404 olmuştu. Bu arada, 2010 yılının dört ayında bir kişinin aylar itibarıyla bir kez sayılması durumunda ferdi kredi borcunu ödememiş kişi sayısı 126 bin 543, kredi kartları borcunu ödememiş kişi sayısı 217 bin 709, ferdi kredi ve kredi kartları borçlarını ödememiş kişilerin toplamı 344 bin 252 olarak belirlendi.

Bugün ülkemizde 1.4 milyon kişi kart borçlusudur. Bir kişinin tüm yıllar içinde bir kez sayılması durumuna göre, 2005 yılından bu yana 646 bin 74 kişi ferdi kredi borcunu, 1 milyon 285 bin 179 kişi de kredi kartı borcunu ödemeyenlerden oluştu. Bir kişinin yıl içinde bir kez sayılması durumuna göre, 2005 yılından bu yana ferdi kredi ve kredi kartları borçlarını ödememiş kişilerin sayısı 2 milyon125 bin 731 olarak belirlendi. Bu kişilerin 692 bin 828’i ferdi kredi borcunu, 1 milyon 432 bin 903’ü de kredi kartları borcunu ödemeyenlerden oluşuyor.

Türk insanının gerçekten çok enteresan bir yapısı var. Bu yapının sosyolog ve psikologlar tarafından iyi tahlil edilmesi lazımdır. Şartlar ne olursa olsun Türk tüketicisi cep telefonundan vazgeçmiyor. Ekmek alacak parası bulunmayan fakirlerin dahi yüzde 91’inde cep telefonu bulunuyor. Uluslararası pazar araştırma şirketi Millward Brown tarafından gerçekleştirilen “Tüketim ve Satın Alma Eğilimleri Araştırması” na göre, Türkiye’de kadınların daha çok, ev ve kendi ihtiyaçları için satın aldıkları, erkeklerin ise yatırım ve teknoloji ürünlerinin alımında söz sahibi olduğu ortaya çıktı. Finansal durumlarda çıkan tüm olumsuz tabloya rağmen katılımcıların ortak olarak birleştiği ve her ne şartta olursa olsun satın aldığı ürün ise cep telefonu oldu.

Türk insanı cep telefonunu bir ev eşyası gibi görüyor. Araştırma sonuçları, hanelerde internet bağlantısı ve cep telefonu sahipliğinin yükselmekte olduğunu, ayrıca internet bağlantısı ve cep telefonunun artık standart ev eşyası olarak görüldüğünü belirledi. Araştırma, tüketim ve satın alma eğilimleri ile ilgili olarak İstanbul, İzmir, Ankara, Samsun, Konya, Adana ve Gaziantep’te yapıldı. Katılımcıların finansal durumlarının da sorgulandığı araştırmaya göre, katılımcıların yüzde 25’i, ekonomik anlamda “iki yakasını bir araya zor getiriyor” ve gıda ürünleri almak için bile zorlanıyor. Sadece yüzde 7’lik bir kesim lüks tüketim ürünlerini satın almakta sıkıntı yaşamıyor. Yüzde 25 oranında katılımcı ise gıda ürünleri satın almak için bile yeterli maddi güce sahip olmadıklarını, yüzde 23’ü gerek gıda ürünleri, gerekse kıyafet alacak kadar maddi güçlerinin olduğunu belirtiyor.

Her gün televizyonlardaki PKK saldırıları sonucu şehit düşen Mehmetçiklerle ilgili haberler ile işsizlik ve yolsuzluklarla ilgili haberlerle vatandaşın psikolojisi bozuluyor. Bu çok ciddi bir sorundur. Yöneticilerimizin her platformda “Avrupa Birliği” vuvuzelasını kullanarak, halkın gerçek gündeminden uzak söylemleri halkı umutsuzluğa sürüklemektedir. Bu söylemler bir “vuvuzela işkencesi” haline gelmiştir. Türk çiftçisi, Türk esnafı ekonomik tedbirler alınırken, kendi derdine çare olacak tedbirler istiyor. Avrupa Birliği uyum yasalarına bağlı olarak alınan tedbirler devam ederse, bu halk daha uzun süre “vuvuzela işkencesi” çekecek demektir.

İSRAİL’E YÖN VEREN KABALA AKIMI - Fahrettin ALİŞAR

İSRAİL’E YÖN VEREN KABALA AKIMI

Fahrettin ALİŞAR

Bugünlerde siyasilerimizin dilinde bugünkü Tevrat’ta geçen “on emir” var. Sayın Başbakan’ın Tevrat’tan alıntı yaparak Siyonist İsrail’i suçlamasının ardından, muhalefet lideri de Tevrat’tan alıntı yaparak, konuyu iç siyasi tartışma ortamına çekti. Siyasilerimiz Tevrat’ta geçen “on emir” den alıntı yapmaya devam ediyorlar.

Siyasilerin iç tartışmalarına değinmek için bu konuyu açmadım. Değinmek istediğim konu; bugün Siyonist İsrail askerlerinin ve siyasetçilerinin davranışlarını “on emir” değil, “Kabala”dan mülhem Tevrat’taki bazı hükümler etkilemektedir.

Bugünkü Tevrat’tan mülhem “Kabala akımı”nın ana hükümleri aynen şöyledir:

“-Şimdi git. Onların her şeylerini tamamen yok et ve onları esirgeme; erkekten kadına, çocuktan emzikte olana kadar hepsini öldür!” (Tevrat, I.Samual Bölümü, 15/3).

“-Ve Tanrı’nı Rab onları senin önünde ele vereceği ve sen onları vuracağın zaman; onları tamamen yok edeceksin; onlarla ahdetmeyeceksin ve onlara acımayacaksın!” (Tevrat Tensiye Bölümü, 7/3)

“-Ve Rabbin sana teslim edeceği bütün kavimleri bitireceksin, gözün onlara acımayacak!” (Tevrat, Tensiye Bölümü 7/16)

“-Et yiyin ve kan için. Yiğitlerin etini yiyeceksiniz ve dünya beylerinin kanını içeceksiniz. Sarhoş oluncaya kadar kan içeceksiniz!” (Tevrat, Hezekiel Bölümü 39/18-20)

“-Onları kasaplık koyunlar gibi ayır ve öldürme günü için onları hazırla!” (Tevrat, Yeremya Bölümü, 12/3)

Bugün İsrail askerlerinin hiçbir ahlaki ve insani sınır tanımayan saldırılarının ana nedeni bu sapık dini inançlarındandır. Filistinli çocukların kolunu taşlarla kıran, onları kendi vatanında esir tutan, işkence eden, onlara yardım götüren insanların kafasına beş mermi sıkan, camiyi, okulu bombalayan zihniyeti, bu sapık inanç üretmektedir.

Siyonist İsrail bir dünya sorunudur ama ondan daha büyük olan sorun, İsrailli asker ve siyasetçilere yön veren, sapık “Kabala akımı”dır.

Ülkemizde ve dünya, bu sapık inancın iç yüzü tartışılmamakta, “on emir” de yer alan süslü cümleler tartışılmaktadır. Tartışılanlar ne?

“-Put yapmayacaksın,

Öldürmeyeceksin,

Çalmayacaksın,

Yalancılık yapmayacaksın,

Komşunun malına tamah etmeyeceksin!”

Peki İsrail bu ilkelilere uyuyor mu? Kesinlikle hayır! Bu ilkelere uysalar; Filistinli çocukların kolunu taşlarla kırarlar mı? Onları kendi vatanında esir tutarlar mı? İşkence ederler mi? Onlara yardım götüren insanların kafasına beş mermi sıkarlar mı? Camiyi, okulu bombalar mı?

Öyle ise, bugün Siyonist İsrail’in askerine de siyasetçisine de yön veren, “Kabala”daki sapık inançtır. İsrailli asker ve siyasiler bu sapık inancın gereğini yerine getirmektedirler.

Dünyanın başına bela olan “Kabala”daki sapık inanç, artık bir “dünya sorunu” haline gelmiştir. Bu sorun halledilmeden, bir sonraki sorunları çözmeye çalışmak, buzun üzerine ev yapmaya benzer.

“ARZ-I MEV’UD”UN ÖNÜNE, GAZZE’DE SET ÇEKELİM. - Fahrettin ALİŞAR

“ARZ-I MEV’UD”UN ÖNÜNE, GAZZE’DE SET ÇEKELİM.

Fahrettin ALİŞAR

Gazze’ye yardım götüren gemiye, uluslar arası karasularda, Siyonist İsrail tarafından yapılan saldırının anlamı, başta Türkiye olmak üzere tüm dünyaya meydan okumadır. Özellikle Türkiye’ye gözdağı vermektir. Çünkü bu gemideki yardım gönüllülerinin başını Türkiye’nin çektiğini herkes biliyor.

Bizden görünen içimizdeki “Siyonist kalemler”, bu Siyonist saldırının etkisini zamana yaymak, kamuoyunun tepkisini aza indirmek için ustalıklı cümleler kurmaya gayret sarf ediyorlar. Canlı yayınlarda, insanların gözünün içine baka baka konuyu saptırıyorlar. Diyorlar ki: “İsrail yardım gemilerine karşı orantısız güç kullandı!” Onlara göre İsrail masum, Gazze’ye insani yardım götüren Melekler suçlu. Tam böyle diyemiyorlar ama bunu ima etmeye çalışıyorlar. Sanki gemidekiler çatışmak için oradalar ama güçleri sınırlı, İsrail de devlet gücü ile bu sınırlı sivil güce müdahale etti!

Daha önce Türk Büyükelçisini kendi oturduğu sandalyeden alçak bir sandalyeye oturtarak televizyonlara poz veren, “alçak Dany Ayalon” diyor ki; “Gemilerdekilerin saldırısına karşı biz de saldırıyla karşılık verdik!” Ardından da dünya televizyonlarına, silah diye geminin mutfağındaki bıçakları servis ediyor. Bu alçak; bu gemilerin Türkiye, Yunanistan ve İrlanda Gümrükleri’nde, oraya gitmeden önce didik didik arandığını bildiği halde, alçaklığının özelliğinden dolayı yalan söylüyor.

Siyonist İsrail’in bu son saldırısında da gördük ki; İslam Dünyası param parça! Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından sonra, emperyalist güçlerin cetvelle sınırlarını çizdiği bu coğrafyanın hali içler acısı! Yeraltı zenginliklerini sömürmek için kabilelere bile devlet kurdurdukları devletlerden çıt yok. Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt, Katar, Suudi Arabistan, Ürdün’den ses duydunuz mu? Amerikan güdümlü Mısır yönetiminden zoraki bir tünel serbestisi neyi hallediyor?

Türkiye’nin kuru gürültü tepkisi bile Gazze’li Müslümanları sokaklara dökmeye, ellerinde Türk Bayrakları dalgalandırmaya yetiyor. Oradaki Müslümanlar bunaldı. Bir çıkış noktası arıyor. Bu Müslümanların feryadı, emperyalist güçlerin maşası olan, altın kaplamalı köşklerinde, göbek kaşıyan kabile reislerinin umurunda mı?

Türkiye’nin tepkisine neden “kuru gürültü” diyorum? Bunu açıklamak zorundayım! İsrail 2007 yılının Eylül ayında, Türkiye’nin hava sahasını ihlal edip, Suriye’deki bazı tesisleri bombaladı. Bu olay çok ciddi olmasına rağmen, sessizce geçiştirildi.

İsrailli pilotlar yıllardır Konya’da uçuş eğitimi alıyorlar. İsrail Hava Kuvvetleri pilotları, omuzlarındaki İslam hilalini parçalayan kartal brövesi ile tatbikat yapıyorlar.

İsrail-Türkiye askeri tatbikatları hala Konya’da devam ediyor. Savunma sanayi anlaşmaları hala yürürlükte duruyor.

Bütün bunlar ortada dururken, yetkililerimizin çıkıp “tatbikatlar iptal edilecek, büyükelçi geri çekilecek, spor müsabakaları iptal edilecek” cümleleri kuru gürültüden başka bir şey değildir.

Türkiye, Cihan Devleti Osmanlı’nın mirasçısıdır. Köklü devlet geleneği ile büyük düşünmek zorundadır. Büyük devlet gibi davranmak mecburiyetindedir. Şayet uluslar arası karasularında, Siyonist İsrail gemisine tecavüz etmiş ise, bunun uluslar arası yasalarda bir karşılığı vardır. Bunun tedbirini alarak, yardım gönüllüsü meleklerin hiç olmazsa uluslar arası karasularda güvenliklerini sağlamalıydı. Anında cevap vermeliydi.

Elbette ki BM’leri toplantıya çağırıp kınama cezasını kabul ettirmesi, NATO’yu toplantıya çağırıp komisyon kurdurması, Dünya kamuoyundaki girişimleri tasvip edilecek girişimler ancak “büyük devlet” için yeterli değildir. Siyonist İsrail’e karşı uluslar arası hukuktan doğan hakkını mutlaka kullanmalıdır.

Unutmayalım! İsrail’in Arz-ı Mev’ud hırsının önüne Gazze’de set çekemezsek, yarın Türkiye’yi Şanlıurfa’da savunmak zorunda kalacağız! Bu coğrafyada yaşanan olaylar bunu açıkça gösteriyor.

VATANDAŞ PATATES, VEKİL SUŞİ DERDİNDE - Fahrettin ALİŞAR

VATANDAŞ PATATES, VEKİL SUŞİ DERDİNDE

Fahrettin ALİŞAR

Türk toplumunun ekseriyetinin “suşi” yemeğini bildiğini zannetmiyorum. Çünkü bizim yemek kültürümüzde ve kültürümüzü etkileyen dış kültürlerde böyle bir yemek türü yoktur. Milletimiz Mersin Milletvekili Sayın Kürşat TÜZMEN sayesinde “suşi” yemeğini öğrendi.

Bu yemek türünün ismini duyunca araştırdım. Suşi (sushi) bir Japon yemeği. Pirinç sirkesi ve pirinçle birlikte bazı malzemelerin karışımından elde ediliyor. Bu yemek türü, tuzlanmış balıkların pirinç içerisinde saklanmasından ortaya çıkmış. Yosuna sarılmış, ortasında çiğ balık ve çeşitli malzemeler olan pirinç rulolarından suşi yemeği oluşuyor.

Ben hiç yemedim. Yenilen bir ortamda da bulunmadım. Bu nedenle de nasıl bir tadı olduğunu bilmiyorum. İşin açıkçası merakta etmiyorum. Bana zengin Türk mutfağı fazlasıyla yetiyor. Farklılık olsun diye ve hele hele sırf gösteriş uğruna damak tadımı asla değiştiremem..

Biliyorsunuz, Meclis'te bir grup milletvekili, anayasa değişikliklerinden dolayı yorgun düştüler “suşi partisi” düzenlediler. Şahsen kimsenin yediğinde, içtiğinde değilim. Kim ne yerse yesin. Başka ülkenin yemek kültürlerinin tanıtımına da karşı değilim. Beni ilgilendiren; TBMM’de görev yapan milletin vekilinin, milletin ekonomik sıkıntılar içinde inim inim inlerken, televizyon kameralarına baka baka böyle bir parti düzenlemesidir.

Bugün ülkemizde bir milyon civarında insanımız açtır. Yirmi milyon civarında insanımız yoksuldur. Sorumluluk mertebesinde bulunan hiç kimse, miras yediler gibi sevimsiz gülücükler atarak, gösteriş uğuruna kendinden geçemez. Keyif süremez.

Milletimizin 20 – 25 milyon civarının sefalet içinde olduğunu, rakamlara bakarak rahatlıkla söylüyorum. Bu rakama rağmen, milletin vekilinin çok çalışmalarının karşılığını, böyle bir parti ile kutlaması normal değildir. Ülkemizdeki milletin vekilleri çalışmalarının karşılığını, fazlasıyla almaktadır. Maaşlarını, yolluklarını, iletişim giderlerinin mahsubunu, özlük haklarındaki kaymaklı rakamları tek tek yazacak değilim. Konum da bu değil. Şahıslar asla değil.

Benim konum; işsizlik, adaletsiz gelir dağılımı, telef olan emek, heba olan alın teri. Meclis’te çok yorulduğundan dolayı “suşi partisi” düzenlersen, patates bulamayan aç insanların tepkisini çekersin. Nitekim geçen gün Sayın Meclis Başkanımız İstanbul Eyüp Sultan’da vatandaş ziyareti yaparken, bir vatandaş: “Gariban dışarıda patates bulamıyor, siz Meclis’te suşi yiyorsunuz!” diye tepki gösterdi.

Bir devletin saygınlığı, onun en yoksul ferdinin saygınlığı kadardır. Vatandaşı sefalet içinde olan bir devletin zenginliğinden, ancak tükenmiş ve iğdiş olmuş şahsiyetler bahsedebilir.

Sırf bu düşüncelerimden dolayı, makam araçlarındaki şatafatı, devletin israf içindeki maraz halini bir türlü kabullenemem. Böyle bir ortamda devletin itibarından bahsedilebilir mi? İnsanı perişan olan bir devlette “itibar”dan söz edilemez. Benim ülkemde patates bulamayan da çok, ekmek bulamayan da!

Dünyada patatese en düşkün milletlerden birisi İrlandalılardır. Eskiden İrlanda’nın batısındaki köylü sınıfı içinde, yemek pişirme sanatı, patates kaynatmanın ötesine gidemezmiş. Bu devirde kültürel bağnazlık ile politik zorbalık arasında sıkışıp kalan İrlandalılar, sadece patates yemişler, yoksulluğa teslim olmuşlardı. Ama en azından patatesleri vardı. Ama benimsedikleri eğitim sistemine paralel olarak gelişen “bilinçlenme” yoluyla bunu aştılar. Eğitim yoluyla halkın bilinçlenmesi çok önemli!

Yemeye patates dahi bulamayanların olduğu bir ülkede, Meclis’te televizyon kameraları karşısında suşi yemek, oy aldığı insanlarla alay etmektir. Milletin her vekili; devletin saygınlığının, en yoksul ferdin saygınlığı kadar olduğunu bilmeli ve ona göre davranış sergilemelidir.

MİLLİ VE DİNİ DEĞERLERİMİZ Fahrettin ALİŞAR

MİLLİ VE DİNİ DEĞERLERİMİZ

Fahrettin ALİŞAR

Millet homojen fertlerden oluşur. Milleti ayakta tutan kültürüdür. Bir insan için kalp ne ise, bir Millet için de kültür odur. Milleti ayakta tutan kültürdür.

Bir milletin varlığı, mili ve dini değerlerine bağlıdır. Milli ve dini değerlerin yıpranıp, devre dışı kaldığı yerde, millet dağılır ve yerini birbirine düşman insan toplulukları alır. Milli ve dini değerler, bir insanın kalbini besleyen damarlar gibidir. Bu damarlar tıkanırsa, insan hayatını kaybeder.
Bizim çocukluğumuzda, köylerde ve ağıllarda taş evler yaygındı. Ev yapmak isteyenler, demir levyeler veya ağaçtan kaldıraçlar yardımıyla, birbirine kilitli taşları yerinden sökmeye çalışırlardı. Burada çalışan büyükler şöyle derdi: “Hele taşı yerinden bir kımıldatalım, gerisi kolay!” Bir milletin milli ve dini değerleri bir defa yerinden kımıldamaya görsün, devamı gelir.
Bizim dini ve milli değerlerimiz ilk sarsıntısını 1839 Tanzimat Fermanı ile yaşadı. Bu sarsıntı kedisini öncelikle milli yapımızda hissettirdi. Tanzimat’ın hemen ardından hızlı bir taklit ve yabancılaşma furyası başladı. Avrupalı gibi giyinmek, Avrupalı gibi eğlenmek, Avrupalı gibi yiyip içmek! Bu hastalığın başını da aydınlar çekti.

Bu konuda en güzel tespiti Cemil MERİÇ yapmıştır:
“-Tanzimat sonrası Türk aydınına en çok yakışan sıfat: Müstağrib. Edebiyatımız bir gölge-edebiyat, düşüncemiz bir gölge-düşünce. Üç edebi nevi itibarda: Taklit, intihal, tercüme.”
Tanzimat’la dini değerlerimizin aldığı yara çok derin oldu. Yaranın bütün vücudu sarması biraz uzun sürdü, lakin sonuçta hastalık bugün artık tedaviye cevap vermez duruma geldi.

Dini değerler bir ruhtur, bir anlayıştır. Ruhu öldürürsek, geriye bir iskelet kalır. İskelete ruh vermek çok zordur.
Bugün aile yapımıza bir bakalım! Dede bir odada namaz kılarken, aile fertleri salonda Aşk-ı Memnu dizisi izliyor. Namazdan sonra muhtemelen o da katılacak aile fertleri arasına!

Tanzimat’la başladığımız milli ve dini değerlerdeki sarsıntı, gizli ya da aşikâr artarak devam etti. Bugün içinden çıkılmaz noktalara ulaştı.
Esas üzülmesi gerekilen şey, toplumun hiçbir şey olmamış gibi halinden memnun görünmesidir. Hatta ve hatta aynı yolda yürümeye can atıyor olmasıdır. Bu ülkemizin geleceği için büyük bir felakettir.

BENİM BURNUM SENİN BURNUN, SENİN BURNUN BENİM BURNUM. - Fahrettin ALİŞAR

BENİM BURNUM SENİN BURNUN, SENİN BURNUN BENİM BURNUM.

Fahrettin ALİŞAR

Bu coğrafyada bağımsız olarak yaşamak için güçlü olmak gerekir. Gücünüzü kaybettiğiniz an, bağımsızlığınızı kaybedersiniz. Tarih bunun örnekleri ile doludur.

Tarihin dilinden anlayanlar iyi bilirler. Anadolu toprakları, emperyalist güçlerin sahnelediği oyunlarla doludur. Onun içindir ki, bu coğrafyada yaşayan benim insanım, uyanık olmak, müşterekleri etrafında toplanarak birlik beraberlik içinde yaşamak zorundadır. Emperyalist güçlerin istediği oyun olan, “birbirine düşmek, ayrılıkları öne çıkarmak” gibi tehlikeli yollara asla girilmemelidir.

Samsun’da Ahmet Türk’e yapılan yumruklu saldırıyı tasvip etmemiz mümkün değildir. Bu saldırı sonrası, Türk basınının “sağduyu” ortak noktasında buluşması olumlu bir gelişmedir. Bu ortak nokta, doğruyu yanlıştan ayırabilme basiretidir.

Sağduyu; toplum olarak, siyasetçi, kalem sahibi, vatandaş, asker olarak ve bunlardan da öte “insan olarak”, her zaman en muhtaç, en olmazsa olmazımız olan ve maalesef sürekli yitirmekte olduğumuz, devamlı erozyona uğrayan melekemizdir!

Samsun’da yaşanan o “çirkin” hadisenin görüntülerini televizyonlardan izlerken “sağduyu” hasreti çektik. Olay mahallindeki Sakık’ın, “bu insanlığa sığar mı!” diye feryat ettiğini izlerken, içimden dedim ki; “evet bu olay insanlığa sığmaz ama bunu söyleyebilen sen, keşke bunu terör olaylarında da söyleyebilsen!”

Şu soru önemlidir! Türk ve Sakık “bu insanlığa sığar mı!” hadisenin sıcaklığı geçince, kısa bir süre de olsa, kalbur kasnağının kenarına basmış duygusuna kapıldı mı, kapılmadı mı? Bu çok önemli bir sorudur. Çünkü bir insan sürekli kendini haklı, âlemi haksız görürse, olup biten iyi şeylerin tamamının kendinden neşet ettiği ve kötülüklerin hep başkasının eseri olduğu duygusunu yaşar. Söz ve fiillerinin kaynağını böyle bilgi ve hisler oluşturursa, o zaman bütün yollar sürekli ya hastaneye çıkar, ya da karakolda biter. Aynı şey bütün taraflar için geçerlidir. Türkiye’de onlarca yıldır olup biten de bundan başka bir şey değildir.

Kim kalbur kasnağının kenarına bassa suçu kalburda, kalburun sahibinde, kalburu oraya koyanda bulmakta, bir gün bile olsun, “ben de keşke önüme baksaydım” diyen çıkmamaktadır.

Türk ve Sakık’a sorarım! Siz, bir gün bile olsa masum insanları cayır cayır yakarak toplu taşıma araçlarını tabut haline getiren caniler için, “bu insanlığa sığar mı!” tepkisi gösterdiniz mi? Hayır göstermediniz, aksine, “demokratik haklarını kullanıyorlar!” dediniz.

Keşke bu terör olayları karşısında da “sağduyu” sahibi olabilseydiniz. Yapmadınız, yapamadınız. Çünkü emperyalist güçlerin size verdiği bir rol vardı. Onu oynadınız. İnsanları canlı canlı yakanlara destek vererek toplumun ve sağduyunun burnunu sürekli kırdınız. Sizi kullanan güçlerin size verdiği, “ayrılıkları öne çıkarın!” talimatını, harfiyen yerine getirdiniz.

Bunları sözlerken, asla Samsun’daki hadiseyi tasvip ettiğimi peşinen söyledim. Bu saldırı; tam da emperyalist güçlerin arzu ettiği, insanımızı birbirine düşürecek, ayrılık tohumlarının derinliğine ekilmesine sebep olacak türden bir saldırıdır.

Böyle günlerde “sağduyu” çok önemlidir. Sağduyu; toplum olarak yitirmekte olduğumuz, devamlı erozyona uğrayan bir melekemizdir.

Ahmet Türk ve O’nun gibi düşünen insanlarımız bilsinler ki; ne AB’si, ne ABD’si, ne Rus’u, hiç birisi onlara “demokratik hak”, “özgürlük”, “insanca yaşama” hakkı istemiyorlar. Onlar bu coğrafyada güçlü devlet istemiyorlar. Terörle boğuşan, ekonomisinin büyük bir kısmını terörle mücadeleye ayıran, bu uygulamalarla zayıflayan bir ülke istiyorlar. Onun için ayrılık tohumları ekiyorlar. Bu emperyalist güçlere çanak tutmamak lazımdır. Bu coğrafya hepimizindir.

Türk’ün de, Kürt’ün de kıblesi birdir, kitabı birdir, kültürü birdir. Aynı türkü ile hüzünlenir, aynı ağıt ile ağlarlar. Din ve kültür birliğinden daha güçlü bir birlik unsuru ne olabilir?

İşte Samsun’da saldırıya uğrayan Türk’ün, Sakık’ın ve onun gibi düşünenlerin bu noktaya gelmesi halinde, bu milletin her kesiminde “sağduyu” hakim olacaktır. Hatta ve hatta “sağduyu” çağrısı yapmaya bile gerek kalmayacaktır.

Anadolu topraklarında cereyan eden tarihi olaylara baktıkça, bu topraklarda yaşayan herkesin, “senin burnun benim burnum, benim burnum senin burnun” anlayışına sahip olması gerekir. Çünkü biz Cihan Devleti kurmuş olan Osmanlı’nın mirasçısıyız. Başka türlü bu coğrafyaya huzur gelmez.

20 LİRALIK RÜŞVET ETİK Mİ? - Fahrettin ALİŞAR

20 LİRALIK RÜŞVET ETİK Mİ?

Fahrettin ALİŞAR

Başbakanlık Etik Kurulu bir karar aldı. Bu karara göre; işlemleri kolaylaştıran memura 20 lira para verilmesi, “iyi niyetli hediye, bahşiş” olarak değerlendiriliyor.

Kararı alan kurul üyelerinin “rüşvet”e bakışı çok vahim! Rüşvetin azı-çoğu olur mu? Bir memura işlemleri kolaylaştırma karşılığında verilecek 20 lira bir rüşvet değil de nedir?

Rüşvet toplumu içten içe kemiren, kanser kadar tehlikeli bir hastalıktır. Rüşvetin varlığı, sadece ekonomik sıkıntılarla izah edilemez. Ekonomik sıkıntılar tetikler ama “rüşvet” ancak insan unsurunun bozukluğu ile izah edilebilir.

Gündemimizde her gün yer alan siyasi olaylar, rüşvet gibi gayri ahlaki zafiyetleri sürekli gölgelemektedir. Ülkemizde yıllardır; rüşvet-bürokrat-siyaset-ihale-mafya döngüsü vardır. Bunun mevcudiyetini kabul etmemek, başımızı kuma gömmeye benzer.

Yetkililer buna kıracak yerde, tam aksine hoş görecek söylemler üretmektedir.

Yöneticilerimizin söyledikleri şu cümleler, ülkemiz açısından içler acısı tabloyu göstermektedir:

“-Benim memurum işini bilir!”

“-Rüşvetin belgesi mi olur?”

“-Anayasayı bir kez delsek ne olur?”

“-Ben adamın zenginini severim!”

Şimdi bunlara bir de etik kurul tarafından “20 liralık hediye etiktir” anlamına gelen bir anlayış ilave edilmiştir.

Konunun siyasi yönünden daha çok etik yönü önemlidir. Adı “etik” olan bir kurulun hiç de “etik olmayan” bir kararıyla karşı karşıyayız.

Şunu kabul edelim! Küçük bahşişin meşru ve etik olduğu kabul edilir ise, bu durum bunu alan kişiyi, süreç içerisinde büyük rüşvet olmak için uygun hale getirir. Etik Kurul, eğer küçük rakamları “rüşvet” değil de “bahşiş” kabul ederse, hiç farkında olmadan insanları büyüğünü kabul etmeye de alıştırmış olur. 20 lira da olsa, işin tadını bir kez alanların, daha sonra hangi büyüklükteki bahşişi götüreceğini kimse tahmin edemez.

Yetkililer bana kızmasın! Bugün ülkemizde tepeden tırnağa yolsuzluğa batmış bir sosyolojik yapı mevcuttur. Bu yapıda; bahşiş, hediye, armağan gibi kavrakların “etik” ya da “etik olmadığı” tartışması açmanın hiçbir mantığı yoktur.

Bizim inancımızda ve tarihsel sürecimizde; haksız kazanç, intikâr, rüşvet, iltimas, sebepsiz zenginleşme gibi olgular, her zaman yanlış görülmüştür.

Bu olgular; hukuken suçtur. Dinen günahtır. Ahlaken kötüdür.

Bir toplumu çürüten iki olgu vardır. Bunlardan birincisi adalettir. Diğeri de yolsuzluktur. Bu iki olgu da ülkemizin üzerine çöken kâbus gibidir. Devletin kurumları etik ile estetik ile uğraşmaz. Bunları yok etmeye çalışır.

BALTANIN SAPI BİZDEN - Fahrettin ALİŞAR

BALTANIN SAPI BİZDEN

Fahrettin ALİŞAR

Geçen hafta Türkiye’yi ziyaret eden İrlanda Cumhurbaşkanı Mary Mc Aleese, basın toplantısında, Osmanlı’nın torunlarının bile bilmediği bir olayı anlattı.

McAleese, 1 milyon İrlandalının hayatını kaybettiği 1847’deki “Büyük Açlık” döneminde, Osmanlı padişahının içi gıda dolu üç gemisini, Drogheda’daki limanlarına nasıl ulaştırdığını hatırlattı.

McAleese, “İrlanda halkı bu eşine az rastlanır bonkörlük girişimini asla unutmadı. Bunun sonucunda, sizin bayrağınızdaki semboller, bu güzel yıldız ve hilali bölgenin sembolü haline getirdi. Bugün İrlanda’nın Drogheda Takımının formasında ‘ay-yıldız’ amblem vardır. Bu ay-yıldız, sizin bayrağınızın ay-yıldızıdır” dedi.

Tarihçiler dışında Osmanlı’nın İrlanda’ya yardım ettiğini bilen insanımız pek yoktur. Çünkü bir iyilik yaptıktan sonra onu unutmak Türk olmanın kodlarından biridir. Fakat iyiliği unutmayan İrlandalıların, 165 yıl sonra kendi Cumhurbaşkanlarının ağzından teşekkürlerini tekrarlamaları bir kadirşinaslıktır.

Üstelik yardım gemilerinin Belfast veya Dublin gibi limanlara yanaşmasına İngilizlerce izin verilmemiş, gemiler gizlice Droheda Limanı’na girerek yüklerini boşaltmıştı.
Bu konu ile ilgili olarak, Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire Başkanı Önder Bayır; 19. yüzyılın ortalarında Avrupa’nın başka ülkelerinde de kıtlık yaşandığını belirterek, Osmanlı’nın Macaristan, Hollanda, Polonya hatta ABD gibi ülkelere de bu tür yardımlarda bulunduğunu söyledi.

İrlanda Cumhurbaşkanı’nın sözleri arasında bu yardımlara teşekkür etmesinden daha önemli bir tespit var. O da “Çanakkale Savaşı bizim açımızdan bir dönüm noktası oldu, özgürlüğümüzü kazanmak ve bu bilinci edinmek adına” sözleridir.

Çanakkale’de, yenilmez zannedilen ve “üzerinde güneş batmayan imparatorluk” denilen İngiltere, tarihinin en ağır yenilgisine uğramıştı. İşte bu yenilmezliğin kırılması, dolayısıyla İngiliz sömürgesi niteliğindeki ülkelerin başkaldırması Çanakkale ile başlamıştı.

Yıllar önce Türk Milli Takımı ile İrlanda Milli Takımı bir maç yapmıştı. Bu maç sonrası, Türk Milli Takımını eleştirenler için Teknik Direktör Mustafa Denizli şunları söylemişti:

“-Bunlar bizim içimizdeki İrlandalılar!”

Sayın Denizli’nin bu sözleri bana içimizdeki Almanları, İngilizleri ve Sorosları hatırlattı. Mesela Erzincan’ın İliç İlçesindeki altın madenlerini İngiliz Kraliyet ailesine ait bir şirkete kim sattı? Bor ve altın madenleriyle Almanların yakından ilgilenmesine göz yuman kim ya da kimler? Türkiye’deki sıcak parayı yani Bankaları Soros Vakfı kontrolüne kim bıraktı?

Türkiye’deki yüzlerce vakfı, derneği, sivil toplum görüntüsü altındaki kuruluşları besleyenleri zaten biliyoruz. Bizim sorunumuz, “içimizdeki İngiliz’i, Alman’ı, Soros’u” bilmemek.

Ormandaki ağaçlara sormuşlar:

“-Neden böyle üzgünsünüz?”
Ağaçlar cevap vermiş:

“-Balta bizim köklerimizi kesiyor, buna yanmıyoruz! Ne hazindir ki baltanın sapı bizden, ona yanıyoruz!”

Maddi ve manevi değerlerimizin kökünü kesmeye çalışan; İngiliz, Alman ve Soros baltalarını tanıyorum. Ama bu baltaların sapı bizden, ona yanıyorum!

HEDEF BÜYÜTMEK - Fahrettin ALİŞAR

HEDEF BÜYÜTMEK
Fahrettin ALİŞAR

ABD Temsilciler Meclisi; 1915 yılında Anadolu’da emperyalizmin kışkırtması ve yönlendirmesiyle meydana gelen, zorunlu iskân olayını, “sözde Ermeni soykırımı tasarısı” olarak kabul etti. Her yıl Mart ayında, ABD’nin gündeminde bu tasarı var. Türkiye her yıl bu tasarının kabul edilmemesi için seferber olur. Her yıl Yahudi Lobisi, Demokratlar, Cumhuriyetçiler ile temasa geçme tiyatroları oynanır. Onlarla diyaloglara geçilmeye çalışılır. Bu konuda harcanan bütçenin maliyetini de bilmiyoruz!

ABD, 21 nci yüzyılda sanal ve yalan gerekçelerle Irak’ı işgal etti. İşgalden sonra Irak’ın fotoğrafına bir bakalım:

2 milyon Müslüman sivil katledildi.

1,5 milyon Müslüman sakat kaldı.

6 milyon Müslüman göçmen durumuna düştü.

1,5 milyon Müslüman evini terk etti.

6,5 milyon Müslüman öksüz kaldı.

Yeni doğan çocukların yüzde %50’si yetersiz beslenmeden ölüyor.

Okul çağındaki çocukların yarısı okula gidemiyor.

İşte ABD’nin “demokrasi” getireceğim diye, sanal ve yalan gerekçelerle işgal ettiği “Demokratik Irak(!)” bu!

ABD halen Afganistan’da ve Yemen’de masum sivilleri hiç tereddüt etmeden katletmektedir. Ebu Gureyp’te ABD askerlerinin ilkel ve iğrenç işkence fotoğrafları henüz hafızalardaki yerini muhafaza etmektedir. Dahası ABD, bütün dünyanın gözünün içine baka baka Guantanomo’da insan haklarına meydan okumaya devam etmektedir. ABD böyle bir ülkedir.

ABD’nin daha dün Süleymaniye’de bulunan Türk askerlerinin başına çuval geçirmedi mi? PKK terör örgütü ile mücadelede, Türkiye’nin terörle mücadelede zaafa uğraması için elinden her geleni yapmadı mı?

Bütün bu olan bitenlere rağmen Türkiye, ABD’yi “stratejik müttefik” ve “rol model” olarak ifade etmeye devam etmiştir. Büyük bir istekle de Türkiye, NATO’da ve Afganistan’da ABD ile işbirliğini sürdürmektedir. ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesini de sahiplenmiştir. Hatta Türkiye tamamen ABD’nin yönlendirmesiyle Ermenistan ile iki de protokol imzalamıştır. Bunun sonucu olarak da Azerbaycan ile ilişkilerinde Türkiye büyük gerilimler yaşamıştır.

Türkiye aşağıdan aldıkça ABD, Türkiye çıkarları aleyhine hedef büyütmektedir.

Türkiye artık “Ermeni soykırım tasarılarıyla” uğraşmaktan vaz geçmelidir. PKK terörü ve soykırım iddiaları, Batı ülkeleri tarafından Türkiye’nin dış politikasını manipüle etmek amacıyla kullanıldığı açıktır. Türkiye kendisine karşı oynanan makro planlara, mikro tepkiler göstererek durumu lehine çeviremez.

Türkiye, artık hedef büyütmelidir. Sahte ve sanal “Ermeni soykırım iddialarına” karşı, ABD ile problemleri olan İran ve dost Azerbaycan ile ikili ilişkilerini geliştirerek karşı hamle yapmalıdır. Türkiye ile Azerbaycan arasında ciddi ve stratejik bir bütünleşme süreci başlatılmalıdır. Bu bağlamda Hocalı ve Karabağ olayları dünya gündemine yeniden taşınmalıdır. ABD’nin Ermenistan yanlısı tutumuna karşı Türkiye, İran ile ilişkilerini Batı formatının dışına taşıyarak bir denge kurmalıdır.

Ancak böyle bir girişim Türkiye’yi sürekli savunma yapan bir ülke olmaktan çıkarabilir. Hedef büyütemeyen bir Türkiye, sürekli savunma yaparak küçülecektir. Zaten AB(D) de bunu istemektedir.

CONİLER, EVANGELİSTLER VE SİYONİSTLER - Fahrettin ALİŞAR

CONİLER, EVANGELİSTLER VE SİYONİSTLER

Fahrettin ALİŞAR

Birleşmiş Milletler rakamlarına göre; dünya servetinin yüzde 59 u, sadece yüzde 6’lık bir nüfusun elinde. Dünyada 2 milyar insan okur-yazar değil.

Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-Mun’un, konu ile ilgili yaptığı açıklamaya göre; dünyamızın 13 katrilyonluk bir nüfusu dahi besleyebilecek potansiyele sahip olduğunun bilinmesine rağmen, her yıl 15 milyon çocuğun açlıktan ölmesini seyrediyoruz.

Dünyanın tüm kadınlarının bir yıllık doğum ve sağlık harcamaları için yalnızca 12 milyar dolar gerekirken, sadece AB ve ABD’de parfüme harcanan paranın bu miktardan daha fazla olduğu gerçeğini acaba kaçımız biliyoruz?

Dünyada insan ticaretine tabii olanların yüzde 55’i, cinsel sömürünün mağduru durumunda! Zorla çalışmaya maruz kalan bu insanların büyük çoğunluğunu, kadın ve çocuklar oluşturmakta.

Dünyada 1,7 milyon kadın ve çocuk cinsel sömürüye maruz kalmakta, Filipinler ve Tayland başta olmak üzere birçok Asya ülkesinde oluşturulan fuhuş köylerine; başta ABD ve AB ülkelerinden olmak üzere, birçok Batı ülkesinden turlar düzenlenmektedir.

Birleşmiş Milletler rakamlarına göre; 2. Dünya savaşının ardından bölgesel ve iç savaşlarda, 25 milyonu aşkın kişi öldü. Bir o kadarı da yerinden ve yurdundan edildi. Halen 8,5 milyon insan mülteci statüsünde yaşıyor.

Dünyada barış için harcanan 1 dolara karşılık, silahlanmaya 2.000 dolar harcanıyor. Yani savaşa, barışın 2.000 katı daha fazla harcama yapılıyor.

Bugün dünya servetinin yüzde 59 u, “ABD/AB/İsrail” üçlüsünü oluşturan Coniler, Evangelistler ve Siyonistler elinde bulunuyor.

Dünyada 2 milyar insanın okur-yazar bile olmamasına sebep olanlar bular.

Dünyada her yıl 15 milyon çocuğun açlıktan ölmesine sebep olanlar ve izleyenler bunlar.

Dünyanın tüm kadınlarının bir yıllık doğum ve sağlık harcamaları için yalnızca 12 milyar dolar gerekirken, bu paradan daha fazlasını parfüme harcayanlar bunlar!

Dünyada insan ticareti oluşturan, bunların yüzde 55’ini cinsel sömürünün mağduru durumuna getirenler bunlar!

Dünyada 1,7 milyon kadın ve çocuğu cinsel sömürüye maruz bırakan, Filipinler ve Tayland başta olmak üzere birçok Asya ülkesinde fuhuş köylerine turlar düzenleyenler bunlar!

İkinci Dünya savaşının ardın, bölgesel ve iç savaşlara zemin hazırlayıp, kibriti çakıp, 25 milyonu aşkın insanın ölümüne sebep olanlar bunlar!

Dünyada 8,5 milyon insanı mülteci statüsünde yaşatanlar bunlar!

Sözde barışa 1 dolar harcayıp, silâhlanmaya 2.000 dolar harcayanlar ve bunu teşvik edenler bunlar!

Bütün bunları gördükten sonra, Gloria Allned’ın şu sözünü hatırlamamak mümkün mü?

“-Bazı insanlar hakkında daha çok bilgi edindikçe, köpekleri daha çok seviyorum!”

Sadece İslâm Dünyası için değil, tüm insanlık için en büyük tehdit olan; Coniler, Evangelistler ve Siyonistler’in yaptıklarına baktıkça, köpekleri daha çok seviyorum.

YAŞLI KITADAKİ YANGIN - Fahrettin ALİŞAR

YAŞLI KITADAKİ YANGIN

Fahrettin ALİŞAR

Türkiye tam 50 yıldır Avrupa Birliği’nin kapısında bekletiliyor. Bu süre içerisinde üyelik konusunda bir fersah dahi mesafe katledilemedi ama çok iyi bir “Avrupa Birliği lobisi” oluşturuldu.

Avrupa Birliği lobisi için, Avrupa ve Amerika kaynaklı vakıflardan oluk oluk paralar akıtıldı. Türk halkı nazarında pek itibar görmedi. Ancak “28 Şubat Süreci”nden sonra işler tersine döndü. Yani Avrupa Birliği lobisinin oluşmasında, “28 Şubat Süreci” bir dönüm noktası oldu.

“28 Şubat Süreci”nin demokratik olmayan yönleri yazıldı çizildi. Ama bu sürecin bu yönü fazla ele alınmadı.

Avrupa Birliği lobisinin faaliyetleri ile ilgili olarak en güzel tanımlamayı, Dally Telegraph Gazetesi verdi: “Türkler masumca bu kandırmaya inandılar!”

Bizim Avrupa Birliği maceramız hâlâ devam ediyor ama ekonomik olarak Avrupa Birliği adeta bir yangın yerine döndü. Yunanistan resmen batağın eşiğinde! Yunan ekonomisini bu bataklıktan kurtarmak için, başlangıçta yavaş davranan AB’nin güçlü ülkeleri, bugünlerde istekli davranıyorlar.

Avrupa ekonomisinde ortaya çıkan fay kırılması, yaşlı kıtayı etkisi altına almaya başladı.

Yunanistan merkezli Avrupa Birliği’nde yaşanan ekonomik kriz, Avrupa’nın ekonomik olarak da “ahlaksız” olduğunu ortaya çıkardı.

Alman ekonomistler; Yunanistan’ın Birlik kurallarını ihlal ettiğini, herkesi aldattığını iddia ettiler. Gerekçe olarak da; Yunanistan’ın makro ekonomik dengesizliklerinin üstünü, istatistikî oyunlarla örttüğünü, Yunanistan ile Goldman Sachs arasında, 2001 yılında bir anlaşma yapıldığını, bu anlaşma ile ülkenin gerçek verilerinin gizlendiğini ileri sürdüler.

Bu tespit bile, AB’de şeffaflığın, dürüstlüğün ve hesap verilebilirliğin ne kadar irtifa kaybettiğini açıkça gösteriyor. Ahlaksızlığın ve seviyesizliğin aldığı mesafeyi açığa çıkarıyor.

Gerçi bu çarpıklıklar yeni de değil! İtalya’nın geçmişte böylesi bir düzmece ilişki ağının tarafı olduğunu, aynı Alman ekonomistler ortaya çıkardı. Yine İngiltere ve İsviçre ile ilgili benzer iddiaları da kamuoyuna açıkladılar.

Bu kural ve ahlak dışı yaklaşımları, basit bir ekonomik açıklama ile geçiştiremeyiz. Bu sürecin güven duygusuna vurduğu ağır darbe ortadadır. Bu ülke insanlarının, sisteme, siyasete ve ekonomiye güvenleri, gün geçtikçe azalmaktadır.

İhtiyar Avrupa’daki muhasebe yolsuzlukları, daha dün gibi hafızalarımızdaki yerini koruyor.

Bu kadar sahtekârlığa rağmen, ekonomik krizin makro ekonomik dengelerde neden olduğu tahribat gizlenemedi. Dengesizliğin üstü örtülemedi. Yani mızrak çuvala sığmadı.

Bu sahtekârlığın binde birini bile Türkiye yapsaydı, kıyamet kopar, bütün AB komiserleri açıklama üstüne açıklama yapar, Türkiye’yi ablukaya alırdı.

Bu kadar kural ve ahlak dışı yaklaşımlarına, sahtekârlığına rağmen Yunanistan, Avrupa Birliği tarafından, kurumsal bir himaye şemsiyesi altına alındı.

Avrupa Birliği’nin, Yunanistan’ı kurumsal bir himaye şemsiye altına almaya çalışması, uzun vadeli bir çözüm asla olamaz! Yunanistan’ın tökezlemesiyle başlayan çöküş devam edecektir.

Yaşlı kıtada yangın, Yunanistan’dan başlamış, yavaş yavaş ilerlemektedir. Bu yangın söndürülmeye çalışılsa da başarılamayacaktır. Çünkü yangının nedeni; ahlakdışı yaklaşımlar ve ekonomik sahtekârlıktır. Ekonomik ahlaksızların ve sahtekârların, bu yangını söndürmesi mümkün değildir.

Yaşlı kıtadaki bu yangından, genç nüfusa sahip Türkiye kârlı çıkacaktır. Çünkü AB kapısında bekleme umudu tükenecek, kendi ekonomisine, kendi tarihine, kendi coğrafyasına yönelecek, uyutulan dev uykusundan uyanacaktır. Bundan hiç kimsenin şüphesi olmasın!

KONYA’NIN EN YOKSUL İLÇESİ DERBENT - Fahrettin ALİŞAR

KONYA’NIN EN YOKSUL İLÇESİ DERBENT

Fahrettin ALİŞAR

Geçen hafta kısa adı DERKAD olan, Derbent Eğitim ve Kalkınma Derneği’nin düzenlemiş olduğu, “Derbentli olmak” konulu konferansı vermek üzere Derbent’te idim. Konferansın konusu özellikle “Derbentli olmak” olarak seçildi. Çünkü Derbent; işsizlik nedeniyle sürekli dışarıya göç veren, göç verdiği beyinlerin asla “Derbentli” olamadığı küçük bir ilçe. İlçe halkının; ilçe olmasına rağmen “köy” adını bir türlü unutamadığı, yoksulluğun bıraktı izlerden olsa gerek.

Konya’nın unutulan ilçesi olan Derbent; son yıllarda üniversitelere öğrenci veremeyerek veya bir iki öğrenci vererek, eğitim konusunda da Konya’nın çok gerisinde kalan bir ilçe. Oysa Derbent; uzun yıllar Türkiye’nin gözde üniversiteleri olan ODTÜ, bir çok Tıp Fakültesi, Kara Harp Okulu, GATA gibi üniversitelere derece ile öğrenci gönderebilen bir belde idi.

Derbent; Cihan Devleti Osmanlı’nın kurduğu muhteşem “Derbent Teşkilatları”ndan ismini alan; tarihi, kültürü, yetiştirdiği İslâm âlimleri ve özellikle doğal süt ürünleri ile Konya’da iz bırakmış bir ilçedir.

Derbent; gölet ve yol yapımı hariç, hemen hemen hiç kamu yatırımı alamamış, Türkiye’deki ender ilçelerden biridir.

Derbent’in ekonomik durumu ve kişi başına düşen gelir ile ilgili rakamları geçen haftaki yazımda vermiştim.

Derbent gelişmişlik sıralamasında; Türkiye’nin 858 ilçesi içerisinde, 692. sırada yer almaktadır. Yine gelişmişlik sıralaması itibariyle Konya’nın 28. sırasındadır.

Derbent’te kişi başına düşen gelir 540 dolardır. Kişi başına gelir açısından, Konya’nın 28. ilçesidir.

Devlet İstatistik Enstitüsü verilerine göre; kişi başına gelir 2004 yılında 477 dolar iken, Alişar, Dereağzı ve Çiftliközü göletlerinin yapımı ile sulu tarıma geçilmiş ve bu rakam 510 dolara yükselmiştir.

Bu rakam Derbent’in oldukça yoksul bir ilçe olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Derbent’in bu yoksulluk zincirini kırması için ne yapılmalıdır? Bu konudaki görüşlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum:

1. Derbent’te acilen kooperatifleşme veya birlik oluşturma yoluyla “et entegre tesisleri” kurulmalıdır. Derbent’teki et ve süt ürünleri doğaldır. Çünkü Derbent’in temiz yayla ve meralarındaki otlak alanlar, büyükbaş ve küçükbaş hayvanların beslenmesi için yeterlidir.

2. Derbent’e yine kooperatifleşme veya birlik yoluyla “süt fabrikası” kurulmalıdır. Derbent ve çevresinde üretilen süt kapasitesi, bu fabrikayı ayakta tutmaya yeterlidir. Derbent’te kooperatifleşme yoluyla kurulan “Der-Süt” profesyonellikten oldukça uzaktır. Derbent’in lezzetli doğal sütü ve süt ürünleri, gerekli tanıtımdan sonra Konya’da, Türkiye’de ve yurt dışında rekabet edebilecek kalitededir. Derbent’in kendine özgü süt ürünleri olan “tuluk peyniri” ve tereyağının kalitesi, standartların oldukça üstündedir.

3. Derbent’te “Derbent Dokuma Birliği” kurulmalıdır. Derbent’in dokumaları meşhurdur. Selçuklu halılarında bulunan motiflerden izler taşıyan Derbent halılarında; elibelindekız, çengelli baklavalar, deveboynu, çakmak, kertik, akıtma, gaymalı direk, yaba, ok-yay, okbaşı, kazayağı, koçboynuzu, gelinağlatan, gelinçatlatan, kabirtaşı motifleri kullanılır. Bu halıların seri üretim ve pazarlaması için kooperatif veya birlik kurulmalıdır. Derbent dokumaları ülke çapında, sahasında rekabet edebilecek kalite ve özelliğe sahiptir.

4. Derbent’te yapımı biten göletlerle birlikte sulu tarıma geçilmiş, sebze ve meyvecilikte bir kıpırdama başlamıştır. Bunun profesyonelce yapılabilmesi için depolama, paketleme ve meyve suyu fabrikası girişimlerine acilen başlanılmalıdır. Başlamak bitirmek demektir. Bu sahada da kooperatifleşme veya birlik oluşturma yapılabilir. Bu konuda yerel yönetimce, güçlü bir sermayenin teşviki de sağlanabilir.

5. Derbent; Konya’da keşfedilemeyen müthiş bir dağ turizmi alanıdır. Dağ turizminin tanıtımı, özellikle Aladağ’da yapılacak bir kayak merkezi, Konya için büyük bir fırsattır.

6. Derbent’e acilen bir “Yüksekokul” açılmalıdır. Beraberinde kurulan bir öğrenci yurdu, bu yüksekokulu tamamlayacaktır.

Kamu yatırımlarından mahrum bırakılan Derbent’in makûs talihi, ancak kooperatifleşme ve birlik oluşturma yoluyla yenilebilecektir. Çünkü kamu yatırımı için yeterli “Derbent lobisi” mevcut değildir.

AĞCA’YI, 12 EYLÜL’ÜN NETEKİM PAŞASI BİLİR. - Fahrettin ALİŞAR

AĞCA’YI, 12 EYLÜL’ÜN NETEKİM PAŞASI BİLİR.

Fahrettin ALİŞAR

Mehmet Ali Ağca’nın tahliyesi, bu haftaki yazılı ve görüntülü medyanın ilk gündemini oluşturdu. Kimi kahraman gibi karşılandığını, kimi Abdi İpekçi’nin katili, kimi de Papa’nın tetikçisi olduğunu gündeme getirdi.

Mehmet Ali Ağca; 12 Eylül’ün törpülediği gençliğin içinde bulunan, kendisine verilen rolü oynayan bir oyuncudan başkası değildir.

Ağca’ya Abdi İpekçi’yi kim kurşunlattı?

Abdi İpekçi’nin öldürülmesinden sonra, O’nu apar topar askeri cezaevine götürenler kimlerdi?

Askeri cezaevinden, askeri bir kıyafet giydirerek kaçıranlar, kaçırdıktan sonra bir gün boyunca polise bildirmeyenler kimlerdi?

Askeri cezaevinden kaçırdıktan sonra, Bulgaristan’a gitmek üzere pasaport hazırlayanlar, Bulgaristan üzerinden İtalya’ya götürenler kimlerdi?

Ağca’yı İtalya’da saklayan, Papa’nın merasim alanında prova yaptıran, Papa’ya kurşun sıkmasından sonra, olduğu yeri İtalyan polisine ihbar eden kimlerdi?

Mehmet Ali Ağca’nın İtalya’daki 128 kez sorgulaması sırasında, Abdi İpekçi suikastını anlattığı, olayın çözüldüğü ancak Türkiye’de açıklanmadığı doğru mu?

Zamanın Emniyet Genel Müdürü Hayri Kozakçıoğlu’nun, “Ağca’ya İpekçi’yi Devletliler öldürttü!” sözünün ardından şu soru da sorulmaz mı? Peki kim bu Devletliler?

Mehmet Ali Ağca, hâlâ rolünü çok iyi oynuyor. Cezaevinden çıkar çıkmaz İngilizce beş maddelik bir metin dağıtıyor:

“l. Tanrı sonsuza dek, tek ve benzersizdir. Tanrı sonsuza dek bütündür. Teslis (Üçleme) diye bir şey yoktur.

2. Ben Tanrı değilim. Ben Tanrı’nın oğlu değilim. Ben ebedi Mesihim. Yani ete kemiğe bürünmüş ve yeniden doğmuş aynı ilahi söz. Ben tüm evrende Tanrı’nın ebedi yüksek hizmetkârıyım. Teslis (Üçleme) diye bir şey yoktur.

3. Ve Kutsal Ruh (Ruhül Kudüs) Tanrı’nın yarattığı bir melekten başka bir şey değildir. Teslis diye bir şey yoktur.

4. Dünyanın sonunun geldiğini ilân ediyorum. Tüm dünya bu yüzyıl içinde yok olacak. Her bir insan bu yüzyıl içinde ölecek.

5. İncil hata ile doludur. Mükemmel İncil’i ben yazacağım.

Ebedi Mesih Mehmet Ali Ağca”

Bu beş maddelik bildiri bile, O’nun hangi ruh halinde olduğunu gösteriyor.

Ağca dört yıl önce de “Ben Mesih’im, ben Tanrı değilim, ben Tanrı’nın oğlu değilim” diye bağırmıştı. Öyle anlaşılıyor ki, bu konuda eline bir bildiri tutuşturulmuş, kendine verilen rolü oynaması istenilmiş!

Ağca’nın Türkiye’ye getirilişi ile birlikte, cezaevine gelip gidenler hakkında, avukatı bazı ipuçları veriyor. Avukatı Ağca’ya soruyor:

“-Elini kolunu sallayarak cezaevine gelen, seninle görüşen, Cezaevi Müdürü’nün önlerinde ceket iliklediği bu ziyaretçiler kimler?”

Ağca’nın avukatına verdiği cevap:

“-Gelenler devlet! İçlerinden biri de Korgeneral. Yargıtay Genel Kurulu’na gidelim. Beni bırakacaklar. Biz müracaatı yapalım!”

Anlaşılıyor ki, Ağca ile gizli bir el pazarlık yapıyor ve çeşitli vaadlerde bulunuyor.

Kanaatimce Ağca ile ilgili cevapsız soruları, 12 Eylül’ün “Netekim Paşası” na sormak lazımdır. 12 Eylül öncesi askeri darbenin altyapısında kullandıkları; Ağca’ları, Çatlı’ları, daha sonra Avrupa’da ASALA’da kullanıp, kontrolden çıktıklarında, kimini mezara, kimini de cezaevine gönderen “Devletlileri”, ancak 12 Eylül’ün Netekim Paşası bilebilir!.

TERÖRİST DANYY AYALON NE DEMEK İSTEDİ? - Fahrettin ALİŞAR

TERÖRİST DANYY AYALON NE DEMEK İSTEDİ?

Fahrettin ALİŞAR

Siyonist İsrail’in Dışişleri Bakan Yardımcısı Danyy Ayalon; bizim “Kurtlar Vadisi” dizisinden rahatsız olmuş! Türkiye’nin İsrail Büyükelçisi Oğuz Çelikkol’u makamına çağırarak, bizim büyükelçinin bilmediği İbranice “Onun bizden daha aşağıda oturduğunun görülmesini istedik” diyerek basına poz vermiş!
Siyonist Danyy Ayalon ne diyor? “Onun bizden daha aşağıda oturduğunun görülmesini istedik!” Burada vurgulamak istediği, sapık inancının kaynağı olan, tahrif edilmiş İncil’e göre, Yahudiler üstün ırktır. Türk’ten de, Arap’tan da, Acem’den de üstündür. Onun için kendisi yüksek sandalyeye oturuyor, Türk ve Müslüman olan Büyükelçi Oğuz Çelikkolu’u alçak sandalyeye oturtuyor. Masada sadece İsrail Terör Örgütü’nün bayrağı var.
Terörist Danyy Ayalon; bizim büyükelçinin İbranice bilmediğini bildiği için, tepki göstermesin diye İbranice konuşuyor. Böylece alçaklığını ispatlamış oluyor.
Terörist İsrail’in, tahrif edilmiş Tevrat’ın hedefleri doğrultusunda yönetildiğini artık bilmeyen yok. Bu hedef; vaat edilmiş toprakları ele geçirmektir. Tevrat’ta çok açık bir şekilde İsrailoğullarına, Batı’da Akdeniz kıyısındaki bugünkü İsrail’in olduğu yerden, doğuda Fırat’a kadar olan bölgeyi işgal etmeleri çağrısında bulunuluyor. Bugünkü stratejilerinin ana temasını bu ideoloji oluşturuyor ve ABD’nin petrol çıkarları ile bütünleştirilip başka bir renge boyanarak dünya kamuoyuna sunuluyor.
Tevrat’taki Büyük İsrail’in içinde; bugünkü İsrail, Lübnan, Ürdün, Suriye’nin Fırat’ın altında kalan bölümü, Irak’ın Fırat’a kadar bölümü ve Suudi Arabistan’ın kuzey kısımları bulunuyor.
Terörist İsrail, Tevrat’taki bu hedefini genişleterek Türkiye’nin Fırat’ına kadar uzatıyor ve Kuzey Irak’ta Fırat’ın doğusunda yer alan Türkiye’nin Güneydoğusunu da hayal ettiği ülkenin toprakları arasında sayıyor. Barzani örgütlendiği günden beri, İsrail’in askeri eğitim ve mali yardımlarında bu hayal uğruna faydalandı.
Büyük İsrail planının gerçekleşebilmesi için, önce Türkiye’nin de dâhil edildiği bir büyük savaş gerçekleştirilmeliydi ki, ortalık karışsın, barış masasına oturulduğunda, haritalar yeniden çizilebilsin.
Terörist İsrail, bu hedef doğrultusunda ABD’nin işgal ettiği Irak’ta, bir suç örgütü bile kurabilmiştir. Bunu Amerikalı gazeteci Seymour Hersh söylüyor. Bu gazeteciye göre; İsrailli istihbaratçılar, Irak’ın kuzeyinde Barzani peşmergeleri ile işbirliği içinde operasyonlar yaptığını yazdı. Yine bu gazetecinin yazdığına göre; MOSSAD’ın yönetimindeki cinayet şebekeleri, Iraklı bilim adamlarını hedef alıyor. Bilim adamlarını bir bir temizliyorlar.
Dünyadaki son ekonomik krizde battığı söylenen Lehman Brothers’in başkanlığını yapan Yakop’un daha önceki görevi İsrail Merkez Bankası Başkanlığı idi. Lehman Brothers’in 400 milyar doları İsrail’e kaçırdığı Alman basınında yayınlandı.
Merkezinde Yahudi sermayesinin bulunduğu ekonomik krizler, savaşlar ve katliamların asıl hedefi, Tevrat’ın gösterdiği vaad edilmiş topraklara ulaşmaktır.
Bazı okuyucularımdan gelen olumsuz tepkilere rağmen, daha önce söylediğim şu cümleyi tekrar etmek istiyorum; “Terörist İsrail; sapık dini inancı yüzünden haritadan silinebilir.” Bu coğrafyanın ve dünyanın rahat etmesi için bu inşallah gerçekleşir.

BATI MEDENİYETİ’NİN ÇÖKÜŞÜ, YEMEN İLE BAŞLAYACAK. - Fahrettin ALİŞAR

BATI MEDENİYETİ’NİN ÇÖKÜŞÜ, YEMEN İLE BAŞLAYACAK.

Fahrettin ALİŞAR

Bugünlerde ABD’nin gündeminde Yemen var. Çünkü zengin yer altı kaynakları keşfedildiğinden beri Yemen iştah kabartıyor. Yemen ile birlikte kısmen Somali de kapsama alanı içerisinde. ABD’yi yöneten “derin devlet”in hazırladığı, dünya kamuoyuna gösterilen, göstermelik gerekçe hazır! Neymiş? El-Kaide buralarda at koşturuyormuş! El-Kaide Örgütünü kim kurdu? Amerikan derin devleti!
Yemen’in bizde bıraktığı acı ve hüzün büyüktür. Ne zaman “Yemen” kelimesini duysam ürperirim. O diyarlarda göğsünü gere gere şehid düşen Mehmedim’i düşünür ve o hüzünlü türkülere dalar giderim:
“Yemen bizim neyimize,
Şivan düştü evimize,
Bak yavrular yetim kaldı,
Güvenmeyin beyinize,

Basma fistan kirlenirse,
Başta püskül fırlanırsa,
Ya kimlere baba desin,
Yetim yavrum dillenirse,

Günden yanı soldu m’ola,
Yerden yana uldu m’ola,
Memedim’in ela gözün,
Karıncalar oydu m’ola.”

Yemen’e yaktığımız türkü sadece bu değil ki:

“Havada bulut yok, bu ne dumandır?
Mahlede ölüm yok, bu ne figandır?
Şu yemen elleri ne de yamandır.

Ano yemendir, gülü çemendir
Giden gelmiyor, acep nedendir?
Burası Huş’tur yolu yokuştur
Giden gelmiyor, acep ne iştir?” diye uzayıp giden hüzünlü türkü.

Osmanlı Devleti’nin nihai çöküşü Yemen savunmasında başlamıştı. Amerika Yemen’e yerleşmeye başladı ama bir de orayı savunmak zorunda kalacak. Tıpkı Osmanlı’nın Yemen’i savunmak zorunda kaldığı gibi.
Batılı tarihçiler, (başta Hardvard’lı Niall Ferguson olmak üzere) 1500 yılından beri devam eden Batı’nın yükselişinin sona erdiğini savunuyorlar.
Aslında Batı’nın yükselişi; 800 yıllık Endülüs ve 600 yıllık Osmanlı’nın çöküşü ve miraslarının paylaşımı ile başlamıştı.
Batı medeniyeti; çalma, çırpma ve zulüm medeniyetidir. Elbette ki çökecektir. Afrika yılda 30 milyar dolar bulamadığı için açlıktan ölürken, kılını kıpırdatmayan ama birkaç kişinin hortumladığı finans sistemini kurtarmak için trilyon dolarları, gözünü kırpmadan zenginin cebine koyan bir medeniyete, medeniyet demek mümkün mü? Bu sistem çökmelidir ve çökecektir.
Batı’nın çöküşü, Osmanlı ve Endülüs gibi olmayacaktır. İmparatorluk iken, “ulus devlet” haline dönüşen İspanya, Portekiz ve İngiltere gibi olacaktır.
Osmanlı stratejik bir noktada olduğu için, Yemen’i savunacağım derken çökmüştü. ABD’nin Yemen’e hakim olma çabaları da çöküşün başlangıcı olacaktır. Batı Medeniyeti, Yemen ile birlikte çökecektir.

FAHRETTİN ALİŞAR

FAHRETTİN ALİŞAR


1963 yılında Konya'nın Derbent İlçesi'nde doğdu. İlk ve orta öğrenimini Derbent ve Konya'da, yüksek öğrenimini G.Ü. Eğitim Fakültesi'nde tamamladı. A.Ü.de lisansüstü eğitimini (mastırını) bitirdi. Yüksek lisans tezini "Türk Memur Sendikacılığının Örgüt Yapısı ve Model Yaklaşımı" konusunda hazırladı.
Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde 17 yıl öğretmenlik ve idarecilikten sonra, Başbakanlık Müşavirliği görevine atandı. 3 yıl Devlet Bakanı Danışmanı olarak görev yaptı. Daha sonra Başbakanlık ÖZİ'ye uzman olarak atandı. Halen bu görevine devam etmektedir.
Mersin'de görev yaptığı yıllar; İçel halk kültürünün araştırılması ve yazılı hale getirilmesi amacıyla, bölgede derleme çalışmaları yaptı. Derlemelerini İçel Kültürü Dergisi, Erciyes Dergisi, Güneyde Kültür Dergisi, Millî Kültür Dergisi ve Millî Folklor Dergisi'nde yayınladı.

10 yıl süreyle Mersin'de, İçel Kültürü Dergisi'nin çıkarılmasına katkıda bulundu.
TRT GAP Televizyonu'na, KKTC Çocuk Oyunları ve İçel Çocuk Oyunları'nı hazırladı ve bu programların danışmanlığını yaptı.
Birçok dergi, bülten ve gazetede; halk bilimi, eğitim ve kamu sendikacılığı konularında araştırma ve makaleleri yayınlandı. Yine birçok yerel ve genel televizyonda bu konularda televizyon programlarına konuşmacı olarak katıldı.
Ahmet Yesevi Üniversitesi Ankara temsilcisidir.
Türkiye Yazarlar Birliği, İLESAM ve Türk Folklor Araştırmaları Kurumu üyesidir.

YAYINLANMIŞ ESERLERİ

· İçel Çocuk Folkloru
· KKTC Çocuk Folkloru
· DERBENT
· ÇİĞİL TÜRKLERİ ve AŞAĞIÇİĞİL
· Nefsimize Zor Gelen Yazılar
· Kamuda Görevde Yükselme Kitabı (GYS)
· Konya Çanakkale Şehitlerimiz
· Derbentli Şehitlerimiz

YAYINA HAZIR ESERLERİ

·Konya Yer Adları, Yerleşik Bulunan Oymak, Cemaat ve Aşiretler
·Türk Memur Sendikacılığının Örgüt Yapısı ve Model Yaklaşımı (Tez Konusu)

falisar@mynet.com