İSRAİL TERÖR ÖRGÜTÜ - Fahrettin ALİŞAR

İSRAİL TERÖR ÖRGÜTÜ

Fahrettin ALİŞAR

Büyük Ortadoğu Projesi’nin Eş Başkanları, Ilımlı İslâm (?) Projesi’nin Amerikan ve Türkiye Temsilcileri!

Öncelikle sizlere sesleniyorum! İsrail bir “devlet” değil, bir “terör örgütü”dür. Hem de dünyanın en acımasız, Müslüman kanından beslenen, en cani terör örgütü.

Bu terör örgütü; Filistinli Müslüman kanından beslenmektedir. Bu örgüte; uçak fabrikası, tank fabrikası, silâh fabrikası kuran, küresel Yahudi finans sektörüdür. Bu sektör hâlâ da bu terör örgütüne oluk oluk para akıtmakta, oluk oluk Müslüman kanı içirmektedir.

İsrail terör örgütü; Filistinli çocukların kolunu, dünyaya göstere göstere, vura vura kırdı. Filistinli çocuğa babasının kucağında kurşun yağdırdı. İşkence yaparak öldürdü. Filistinli gençlere soykırım uyguladı. Kimini katletti, kimini cezaevlerine doldurdu. Büsbütün Filistin’i bir cezaevine çevirdi. Yetmedi, şimdi de camileri, hastaneleri, evleri yerle bir ediyor.

Yani acımasız, cani bir “terör örgütü”nden bekleneni yapıyor.

Bu terör örgütü; 1948 yılından beri bunu hep yapıyor. Müslüman kanı içerek kendini besliyor.

Bu örgütün yaptıklarını; Amerika Birleşik Devletleri alkışlıyor, Müslüman Ülkeleri izliyor, Avrupa Birliği izliyor, Birleşmiş Milletler izliyor. Sanki sinemadalar. Bir macera filmi izler gibi izliyorlar.

“Barış görüşmeleri” imiş, “diyalog” imiş!

Ne barışı, ne görüşmesi, ne diyalogu? Terör örgütü ile görüşme mi yapılır? Terör örgütü ile diyalog mu kurulur? Terör örgütü ile onun anladığı dilden konuşulur!

İsrail terör örgütünün Filistin’de yaptığı son soykırım girişimi; içimizdeki BOP’çuların, Ilımlı İslâm (?) Projesi temsilcilerinin yüzüne vurulan, çok ağır bir tokattır. İnşallah bu tokatın tesir ile uyanırlar.

Bunlar ne diyordu? “ABD güçlüdür, İsrail’in arkasında da ABD ve Batı vardır. Bunlar kendilerine karşı duranı, yerle yeksan edecek güce sahiptir, bunların gücüne ulaşmadan onlarla diyalog yolunu seçelim, barış içinde olalım!”

Oysa hakikat bu mu?

Uzaklara gitmeyelim, çok yakın tarihimize bir göz atalım! Biz Anadolu’dan; İtalyanları, İngilizleri, Fransızları, Yunanlıları bu düşünce ile mi attık? Antep’i “Gazi” yapan, Maraş’ı “Kahraman” yapan, Urfa’yı “Şanlı” yapan bu düşünce mi?

Sizin yenilmez gözüyle yaptığınız, Amerika’nın beslediği terör örgütü İsrail’i, 2 yıl önce Lübnan’da perişan eden, Lübnan Hizbullah’ı değil mi? Hem de üç-beş bin kişilik bir kuvveti ile.

Güçten ürkülmez. Müslüman düşmanın gücünden ürkmez. Gerçek gücün iman olduğunu bilir.

İsrail terör örgütü karşısında; barış, diyalog palavraları ile halkı uyutmanın, oyalamanın hiçbir manası yoktur. Bizi mahveden, bu terör örgütüne nefes aldıran ve rahatlatan, bu kafalardır.

Papa 2. Jean Paul’un ölümü sebebiyle, 8 Nisan 2004 Cuma günü, Türkiye’de bayrakları yarıya indirtenlere soruyorum!

Bugün İsrail terör örgütünün, Filistin’de yaptığı “soykırım” karşısında, bayraklarımızı yarıya indirebilir musunuz? Yoksa çok güçlü gördüğünüz ABD’li, İsrail’li teröristlerden mi korkuyorsunuz?

Siz Akif’in, “Bir hilâl uğruna Ya Rab! Ne güneşler batıyor” dediği ayyıldızlı bayrağı, bir Papa’nın ölümünde boynu bükük koydunuz! Unutur muyum? Unutmam, unutturmam!...

Amerika başta olmak üzere, dünyada bir tek Hıristiyan Ülkesi, hiçbir Müslüman büyüğünün ölümü dolayısıyla bayrağını bir milim aşağıya çekmez. Bugüne kadar çekti mi?

“İsrail terör örgütü” ile mücadele etmek için; bütün İslâm Ülkeleri’nin, önce emperyalist güçlerin işbirlikçisi olan yöneticilerinden, BOP’çulardan, Ilımlı İslâm Projesi(?) savunucusu diyalogculardan, kurtulması lâzımdır. Bunlardan kurtulup, “gerçek gücün, iman olduğunu” bilen, yöneticileri seçtiğimiz an, mesele kökünden halledilecektir.

ARÛS’LA, ARÛZ’U KARIŞTIRANLAR - Fahrettin ALİŞAR

ARÛS’LA, ARÛZ’U KARIŞTIRANLAR

Fahrettin ALİŞAR

Konya’da yapılan “şeb-î arûs” etkinlikleri, bu yıl diğer yıllardan farklı olarak, bir haftadan on yedi güne çıkarıldı. Ankara’dan takip edebildiğim kadarıyla etkinlikler; sema gösterileri, toplantılar, törenler ile devam ediyor.

Nicelik itibarı ile bir şeylerin yapıldığını, bunu takdir ettiğimizi söyleyebilirim. Ancak nitelik açısından aynı şeyleri söylemem çok zor!

Her yıl yapılan “şeb-î arûs” etkinliklerinin yapıldığı hafta, Mevlânâ’nın şu sözlerini hatırlatmamız lâzımdır:

“-Herkes, kendi anlayışına göre bana dost oldu,

İçimdeki sırları araştırmadı.

Benim sırrım feryadımdan uzak değil.

Lakin her gözümde onu görecek nur,

Her kulakta onu duyacak kudret yoktur.”

Gerçekten de günümüz insanları, Mevlânâ’yı kendi anlayışına göre değerlendiriyor. Kendi anlayışına göre O’nda hoşuna giden yönler bularak, Hz. Mevlânâ’yı seviyor. Çok önemli olan Mevlânâ’nın sırrını araştırmıyor. Niçin feryat ettiğini incelemiyor.

Bazı okuyucularım bana kızacak ama açıkça bazı gerçekleri söylemek istiyorum!

Bazı siyasilerimiz Mevlânâ’yı seviyor, çünkü kendi zannınca dost bildiği bir şahsiyeti tebcil etmek O’na siyasi bir avantaj sağlıyor!

Bazı esnafımız Mevlânâ’yı seviyor, çünkü ihtifaller dolayısıyla beş-on kuruş para kazanıyor!

Bazı akademisyenlerimiz Mevlânâ’yı seviyor, çünkü kendi fikirlerini cilalayıp sunuyor!

Yani zanlarınca Mevlânâ’nın düşüncelerinden destek alıyorlar.
Mevlânâ’yı anma toplantılarında beni en çok rahatsız eden ifade; “inanç turizmi” tabiridir! Ne demek inanç turizmi? İnancın turizmi olur mu? Bana göre bunun adı; “inanç ticareti”dir.

Biz çok iyi biliyoruz ki; “inanç” söz konusu olduğu zaman, para-pul, makam-mevki gibi dünyalıkları çağrıştıracak kelime ve hareketlerden uzak durulmalıdır.
Bu yıl yapılan “şeb-î arûs” törenleri çerçevesinde gerçekleştirilen, Fransız profesör Eva De Vitray Meyerovitch’in mezarının, Paris’ten Konya’ya nakil işlemini onaylamadığımı belirtmek istiyorum. Müslüman olan ve 1999 yılında vefat eden Fransız profesör; Mevlânâ’nın gölgesine defnedilmesini vasiyet etmiş olabilir. O’nun mezarını Üçler Mezarlığı’na defnetmektense, Paris’teki mezarının üzerine bir “kubbe” yaptırmak, daha akılcı olmaz mıydı? Mevlânâ diyarından kilometrelerce uzakta bir Mevlânâ aşığı abidesi dikmek daha iyi olmaz mıydı? Atalarımız “taş yerinde ağırdır” diye boşuna mı söylemişler?

Ankara’ya ziyaretime gelen bir dostum; “törenlere niye katılmadığımı” soruyor! Bu sorulara, şair ne güzel cevap veriyor:

“-Törenlerde niye yoksunuz diye bize darılma ey Pîr,

Arûs’la, Arûz’u karıştıranlardan, kalmadı bize yer!”

BOMBA(Y)’IN PERDE ARKASI - Fahrettin ALİŞAR

BOMBA(Y)’IN PERDE ARKASI
Fahrettin ALİŞAR
falisar@mynet.com

Geçen hafta Hindistan-Bombay’da, çok ilginç bir olay yaşandı. Hıristiyan ve Yahudi ağırlıklı turistlerin kaldığı ünlü bir otel; korsanlarca basıldı, içeridekilerin çoğu rehin alındı. Dünya kamuoyu; buradaki silah seslerini, patlamaları, öldürülenleri kare kare televizyon kanallarından izledi.
Neden Hindistan? Neden Hıristiyan ve Yahudi turistler? Bu olayı tertipleyen güç ya da güçler neyi amaçlıyor?
ABD Pakistan’a müdahale ederek yerleşmek istiyor. Bunun için de gerekçeler oluşturmaya çalışıyor.
Hindistan Bombay’da eylem düzenleyen korsanlar Müslüman. Bu tür olaylarda eylemciler; ideallerine hizmet ettiğini zannederken, kendi ülkelerine müdahaleyi davet eden konuma düşerler. Tabiri caiz ise, “sürüye kurt çağırdıklarının” farkında bile olamazlar. Bu coğrafya bu ve buna benzer binlerce olaya şahitlik etti.
Bu olayla birlikte; ABD’nin Pakistan’ı işgal etmesi için, açıkça çağrıda bulunan çevreler oldu.
CIA, MOSSAD, MI6’nın adamı, El Kaide örgütünün iki numaralı ismi Eymen El Zevahiri, kendisine verilen rolü çok iyi oynuyor. ABD Başkanı Bush(t)’a şöyle sesleniyor:
“-Sana meydan okuyorum. Erkeksen, tüm Amerikan ordusunu Pakistan’a gönder!”
Yani tahrik ediyor. Davetiye çıkarıyor.
Hindistan Başbakanı Manmohan Singh de benzer ifadeleri kullanıyor:
“-Hindistan’daki saldırıları düzenleyen terörist gruplar, Hindistan’ın komşu ülkesinde yerleşik durumdadır!”
Yani Pakistan’ı işaret ediyor.
Pakistan Savunma Bakanı Ahmed Muhtar, altını çize çize iddiaları yalanlıyor. Pakistan Cumhurbaşkanı Asıf Ali Zerdari, Hindistan’da iktidardaki Kongre Partisi’nin lideri Sonya Gandi’yi telefonla arayarak, terör saldırılarını kınadığını bildiriyor.
Tekrar sorduğumuz sorunun cevabına dönecek olursak; ABD, ikinci 11 Eylül oluşturarak, Pakistan’ı işgal etmek istiyor.
Çoğu strateji uzmanlarına göre; 2009 yılında ABD’de, küçüklü büyüklü nükleer bombalar patlatılacak, adres olarak Pakistan gösterilecek ve ABD Pakistan’ı işgal edecek!
Çünkü ABD’nin izlediği dünya politikasına göre; Hindistan ve Pakistan asla anlaştırılmamalı!
Saldırı öncesi Hindistan ve Pakistan’ın birbirlerine gönderdiği dostluk mesajları, ABD’nin gizli yöneticilerini panikletmeye yetmiştir.
ABD Polonya’ya füze kalkanı kuruyor, Karadeniz’e savaş gemisi gönderiyor. Buna karşılık Rusya, Venezuella’ya dev bir savaş gemisi gönderiyor. Rusya Devlet Başkanı Medvedev, Küba’da Güney Amerika liderlerine:
“-Rekabetten korkmayın, yalnız değilsiniz, kavgaya cesaretle girmeliyiz!” diyerek cesaret veriyor.
Sözün özü; dünya coğrafyası bir satranç tahtasından ibaret! Şimdilik ABD ve kısmen Rusya piyonlarını kullanıyor!
Bu satranç tahtasında Türkiye ne yapıyor? Milli direnç gücünü zayıflatıcı, istihbarat birimlerini birbirine düşürücü eylemlerle güçsüzleştiriliyor ve en yakın dostu Pakistan’a oynanan oyunları izliyor, bu oyunların aslında kendisine oynandığının farkına varamıyor!

KÜRESEL FON SAHİBİ YAHUDİ ŞİRKETLERİNE ARACI OLANLAR, BENİ TEMSİL EDEMEZLER.

KÜRESEL FON SAHİBİ YAHUDİ ŞİRKETLERİNE ARACI OLANLAR, BENİ TEMSİL EDEMEZLER.

Fahrettin ALİŞAR

falisar@mynet.com
Günümüzde dünyanın “referans para birimi” Amerikan Doları’dır. Yani dünyada yapılan alışverişlerde bu para baz olarak alınır. Ülkemizde ve sanayileşmiş Avrupa ülkelerinde ticaret, genellikle dolar baz alınarak yapılır.

Enerji alanında dışa bağımlı olan ülkeler; petrol ihtiyaçlarını petrol üreticisi ülkelerden, dolar karşılığı alırlar. Yani bu ülkelere dolar öderler. Çin’den veya başka bir ülkeden yaptıkları ithalatlarını, hep dolar üzerinden yaparlar.

Son yıllarda bu ticaret yavaş yavaş Euro’ya kaymaya başlamıştı. Ne oldu ise bundan sonra oldu. Amerika’yı Gizli bir el, Amerika’yı ciddi bir krizin eşiğine getiriverdi. Bu ülkede 19 banka battı. Batan en önemli banka “Lehman Brothers” oldu. Bu banka hariç, Amerika’da batan bankaların çoğu küçük çaplı bankalardır. Batan en büyük bankalar, Avrupa’daki bankalardır. Avrupa’daki dünya devi bankalar; ya battı, ya da batmanın eşiğine geldi. Avrupa devletleri; kasalarındaki paraları, son kuruşuna kadar bu bankalara aktararak ayakta tutmaya çalışıyor. Şu anda krizin merkezi Avrupa oldu.

İşin ilginç yanı; Amerika’da batan dünya devi “Lehman Brothers”, ticaretini Amerika’dan çok, Avrupa ile yapıyordu. Amerikan Devleti, bu şirketi kurtarmak için 1 dolar bile vermedi.

Kriz karşısında Avrupa, çaresiz ve aciz duruma düştü. Yani Euro’nun dolar karşısında yakaladığı yükseliş tirendi, hızla düşüşe geçti.

Amerika’nın krizden sonra yaptığı hamlelere bakılacak olursa; bu ülkedeki küresel fon sahibi Yahudi işadamları, bu krizi kendi çıkarlarına bir araç olarak çıkarmışa benziyor. Çünkü Dolar karşısında referans olarak alınmaya başlanılan Euro, referans olarak zayıflatıldı.

Bu krizle birlikte, dünya yeniden yönünü Dolar’a çevirmiş durumda.

Tam bu kriz esnasında Amerika; kendisine fırtınayı dindirecek bir de “lider” buldu. Bir dönem köle olarak kullandığı zenci ırk, bu defa kurtuluş sembolü oldu. Çok ilginçtir ama; bu sembolü, Amerikan halkından çok, dünya görüyor.

Bu kriz esnasında Amerika’nın Türkiye üzerine çevirdiği dolaplar bitmek bilmiyor. Çok uluslu şirketlerin kontrolünde bulunan IMF’yi, yine Türkiye’nin üstüne yolluyor.

2001 yılında Türkiye’de hiç yoktan kriz çıkaran küresel fon sahipleri, IMF aracılığı ile Türkiye’ye bir gecede 17 milyar dolar gönderdi.

Türkiye yıllardır IMF’den aldığı borçları ödüyor. Ama IMF doymuyor. Bugünlerde yine gündemde IMF var. Türkiye yine IMF’den borç para almaya zorlanıyor. Rakamın adı bile konulmuş durumda. 10 milyar dolar. Bu şu anlama geliyor. Türkiye bir 10-15 yıl daha Amerikan dolarına çalışacak.

Ülkemiz için en büyük tehlike, küresel fon sahiplerinin silâh olarak kullandıkları; cari açık, sıcak para ve borçlanmadır. Ülkemiz bu silâhla, adeta ekonomik ve siyasi ablukaya alınmış durumda.

Yahudilerin kontrolündeki çok uluslu sermaye şirketlerinin aracı olarak kullandığı IMF ve Dünya Bankasının yardımı ile kalkınan bir tek ülke mevcut değildir. Bu çok uluslu sermaye şirketleri; yıllardır ülkemizi “yolunmuş kaz” gibi yolmaktadır.

Hem küresel ekonomik krizdeki gelişmeler ve hem de ülkemizin IMF ile yaptığı görüşmelere bakacak olursak; Yahudilerin kontrolündeki çok uluslu şirketler, hem dünya ekonomisinin hem de Türk ekonomisinin geleceği ile ilgili yeni dolaplar çevirmektedir.

Küresel fon sahibi Yahudi şirketlerinin çevirdiği bu dolaplara aracılık edenler; Sen’i, Ben’i, O’nu kısacası Müslüman Türk insanını temsil edemez. Öyle ise bu oyunu Sen, Ben, O yani Müslüman Türk insanı bozmalıdır.

DERBENT’İN KAYBOLAN KÜLTÜRÜ, KÖY ODALARI.

DERBENT’İN KAYBOLAN KÜLTÜRÜ, KÖY ODALARI.

Fahrettin ALİŞAR
falisar@mynet.com


Köy Odaları; Ahî Kurumları’nın, tekkelerin, yaren odalarının devamı idi. Bu Odaların; oynadıkları sosyal-kültürel rol bakımından, tarihimizde unutulmaz yerleri vardır.
Bu köy odalarımızdan; Derbent’imizde, benim bildiğim, üç tane vardı. Bunlardan biri Hanönü’nde, diğerleri de Yukarı Mahalle ve Hacıahmed Mahallesi’inde idi.
Çocukluğumda bayramlarda; dedem, babam ve diğer aile büyüklerimle, evimizde anamın hazırladığı çeşit çeşit yemekleri, en yeni tabaklarla odaya götürürdük. Anamın oda için hazırladığı yemeklere, büyük özen göstermesi hep dikkatmii çekerdi.
Her yıl, hem Mübarek Ramazan Bayramı’nı, hem de Kurban Bayramı’nı mutlaka Derbent’te; anamın, babamın ve diğer aile büyüklerimin yanında geçiririm. Her bayram, mezarlıkları ziyaret ederim. Mezarlık ziyareti dönüşü, Hanönü’nden geçerken hemen gözlerim, burada bulunan “Köy Odası”na kayar. Çocukluğumda, yemek taşıdığım o günler, Köy Odası’nda olup bitenler aklıma gelir.
Köy Odası’nın girişi ayakkabılıktı. Sağda abdest alma yeri, su testisi, ıbrık ve el leğeni bulunurdu. Odunluk, üzerinde yatakların yığılı bulunduğu tahtalık hemen göze çarpardı. Derbent dokuması yer yastıkları, minderleri ve duvar seccadeleri odayı bir buket gibi süslerdi.
Döşeli bulunan ve sohbetlerin yapıldığı oda, üç sedirden oluşurdu. Karşı sedirde; yaşlılar, misafirler, hocalar ve köyün ileri gelenleri otururdu. Sol sedirde, orta yaşlılar oturur, çocuklar ve gençler sağ sedire yakın durur, sadece hizmet için iç tarafa geçerlerdi. Bu sağ sedirde bulunan çocuklar ve gençler, büyüklerine karşı asla saygıda kusur etmezlerdi.
Köy Odası’nda; dini sohbetler, güncel konular, askerlikte geçen savaş ve esaret anıları anlatılırdı. Dini ve millî destanları da çoğu Derbent çocuğu, Köy Odası’nda öğrenirdi.
İpek Yolu üzerinde bulunan Derbent Köy Odaları; eski kervansaraylarımız gibi, gelene-gidene açık, parasız, yatılı, yemekli mekânlardı. Derbent’e gelip de, misafir olmayan, ya da memnun ayrılmayan bir garibin yapacağı “olumsuz propaganda” Derbent için çok kötü bir reklâm olacağından, buna çok dikkat edilirdi. Bunu Derbent ileri gelenlerinin sözlerinden ve tembihlerinden çok net anlardık. Özellikle “Hacala”nın, geçen kervanlara, Derbent Köy Odası’nda yaptığı hizmetler; anılara, fıkralara konu olmuştur. (Hacala; Derbent’te yerleşik bulunan Alakır soyadlı sülâlenin 1800’lerdeki aile ileri gelenlerinden olup, Derbent Merkez Camii’nin yapımına öncülük eden hayırsever Derbentlidir.)
Cenaze defin işleminin yapıldığı akşam, her evden getirilen tabak tabak yemekler Köy Odası’na getirilir, cenaze yakınları bu Odalarda taziyeleri kabul ederdi. Burada okunan Kur’an-ı Kerim ve duaların ardından, maneviyat yüklü konuşmalar beni çok etkilerdi.
O günkü dayanışmamız maalesef yok olma ile karşı karşıya. Misafire hizmet, sofra serme, yemek yeme ve toplumda konuşma gibi millî hasletlerimizi öğreten, halk eğitim yerimiz olan, bu Köy Odaları’mız artık yok.
Köy Odalarımız yerine, tüm ülkemizde olduğu gibi, televizyonlardan gözünü ayırmayan bir halk ve gençliğimiz var. Kahve köşelerinde, sigara dumanı altında bomboş oturarak zaman öldüren, kötü alışkanlıklar kazanan insanlarımıza baktıkça içim sızlar. Bu manzarayı gören, benden izahını isteyen çocuklarıma, cevap verememenin sıkıntısını yaşarım.
Misafire hizmeti, sofra sermeyi, yemek yeme adabını ve toplumda konuşma gibi milli hasletlerimizi öğrendiğimiz, bir nevi halk eğitim yerimiz olan, “Köy Odaları”mız artık kayboldu.
Aslında kaybolan “Köy Odalarımız” değil, kaybolan “Derbent Kültürü”müz. Sigara dumanından uzak, büyüğe saygı, küçüğe sevgiyi öğreten, yemek yeme adabı ile toplumda konuşmayı belleten, milli hasletlerimizi kazanmamıza zemin hazırlayan Köy Odaları’mızı korumalıydık. Bu odaları yaşatmalıydık. Beceremedik.
Toplumsal danışma bilincinin yeniden kazanılması için, bunun gibi mekânlara ne kadar da çok ihtiyacımız var. Atalarımız bunu ne kadar da iyi düşünüp, böyle mekânlar oluşturmuşlar.
Derbent Kültürümüzün korunması ve yaşatılması adına, Köy Odalarımıza benzer mekânların oluşturulması için, başta Belediye Başkanımız olmak üzere, diğer yöneticilerimize çağrıda bulunuyorum. Lütfen böyle mekânlar oluşturun ve “Derbent Sıra Geceleri” adıyla, haftanın belirli bir gününü buna hazırlayın. Özellikle Derbent Gençliğini buraya çekin. Gençliği, sigara dumanı ile kaplı kahvehane köşelerinden kurtarın.
Derbent Köy Odaları gibi, Derbent Kültürü de kaybolup gitmesin.

OBAMA, KATI AMERİKAN ÇIKARLARINI AŞAMAZ.

OBAMA, KATI AMERİKAN ÇIKARLARINI AŞAMAZ. 

Fahrettin ALİŞAR

falisar@mynet.com  

     Amerika Birleşik Devletleri’ndeki başkanlık yarışı nihayet dün bitti. İçimizdeki Amerikalılardan daha çok Amerikancı kesimin yorumları, oldukça düşündürücü!

      Neymiş? Obama, sözde Ermeni soykırımını tanıyacakmış, stratejik müttefikliğimize leke getirmezmiş? O bir kahramanmış? Müslüman bir aileden geliyormuş!  Kenya’da yoksul bir ailenin çocuğuymuş?

      İçimizdeki Amerikalılardan çok Amerikancılara söylenecek sözüm yok. Ama baltanın sapı bizden olanlara söylenecek sözüm çok.

      Baltanın sapı bizden olanlara diyorum ki; siz Barack Obama’yı bırakın, iki numaralı adamı olarak seçilen Delawere senatörü Joe Biden’e bakın! Çünkü gölge başkan Biden’dir.

      Joe Biden; tam bir Türkiye karşıtıdır. Rum-Yunan lobisinin en güçlü ismidir. Ermeni lobisiyle Türkiye’ye karşı birlikte çalışmaktadır. 1974’te Türkiye’ye silah ambargosu konulmasında en etkin rol oynayan senatörlerdendir.

      Biden; Irak’ın Bosna gibi bölünmesini, olmazsa beş federasyona ayrılmasını ısrarla savunan isimdir. Hrant Dink’in öldürülmesinin ardından Türkiye’yi kınayan, 301. maddenin acilen kaldırılmasını savunan kişidir. Türkiye aleyhtarlığı fanatiklik ölçüsündedir.

      Amerika Birleşik Devletleri’nde, Obama ve Biden ile iş bitmez. Temsilciler Meclisi Başkanlığı’na Kaliforniya’dan Ermeni lobisinin desteğiyle seçilen Nancy Pelosi de sacayağının üçüncü ayağıdır. Pelosi Amerikan Yahudi lobisinin temsilcisidir.

      Pelosi yayınladığı bir makelede, 20 yıldır Ermeni lobisini desteklediğini, “soykırım tasarısının” geçmesi için elinden her geleni yaptığını belirtmiştir. Onun döneminde hazırlanan 30 maddelik bir “Ermeni Soykırımı Kararı” tasarısında sözde “Ermeni Soykırımı’nın 1915-1923 yıllarını kapsadığı, dolayısıyla Milli Mücadele yıllarını da buna dahil edilmesi gerektiği, 1.5 milyon Ermeni’nin öldürüldüğü, Doğu Anadolu’nun Ermenilere ait olduğu, 1918’den sonra kurulan Türk mahkemelerinin  de soykırımı kabul ettiği, dönemin ABD Büyükeliçisi Morgenthau, General Harbord ve Hitler’in de Ermeni soykırımını tanıdığı” iddiaları ile mesnetsiz ifadelere yer vermiştir.

      Pelosi, İsrail güdümlü, Barzani önderliğinde bir “Kürdistan Devleti” kurdurmayı, canı gönülden desteklemekte, bunu makalelerinde de açıkça belirtmektedir.

      Pelosi; dönemin Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı sayın Abdullah Gül’ün, Ermeni tasarısı ile ilgili girişimler için ABD’de bulunduğu sırada, ona randevu vermeyerek, düşmanlığını açıkça ortaya koymuştur.

      Peki Obama neyin nesidir?

      Obama; Hz. İsa’nın Birleşik Kilisesi’ne bağlı bir Protestandır. Dedesinin Müslüman olduğu, şimdilik söylentilerden ibarettir.

      Obama’nın en çok sevdiği filozof, Protestan dinbilimci Reinhold Niebuhr’dur.

      Obama’nın en çok sevdiği kitap İncil ve Nobel ödüllü Tony Morrison’dan “Song of Solomon”dur.

      Amerika’nın Dünyanın jandarmalığına soyunma stratejisinin en yaygın ve hızlı dönemlerdeyken, bu stratejiden dönmesi nasıl mümkün olabilecektir? Bu mümkün müdür?

      Elbette mümkün olmayacaktır.

     Afganistan, Irak, İran, Suriye ve Türkiye üzerinden başlatılan büyük plan; Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ne olacaktır? Elbette devam edecektir.

     Obama seçildikten sonra hemen eski söylemlerini yumuşatmaya başlamıştır. Seçim kampanyalarında “savaşa karşıyım” diyerek propaganda yapmış, seçimden sonra hemen “her savaşa karşı değilim” diyebilmiştir.

     Obama’daki bu gevşeme, katı Amerikan çıkarlarını aşamayacağının en açık göstergesidir.

     Türkiye için en önemlisi ise; Obama’nın Hamilton Planı’nı uygulamaya sokmak istemesidir. Hamilton Planı’na göre; Irak’taki Amerikan askerlerinin tamamı Kuzey Irak’a çekilerek, Barzani kontrolündeki bölgeye yerleştirilecektir. Bu plân Türkiye ve bölge ülkeler için tam bir felakettir.

PROBLEMİN TARAFI OLMAYALIM!

PROBLEMİN TARAFI OLMAYALIM! 

Fahrettin ALİŞAR

falisar@mynety.com  

      Ülkemizde cereyan eden terör olaylarını, bir “Kürt sorunu” veya “etnik sorun” olarak değerlendirenler, ya art niyetlidir ya da saftır. Bu terör olaylarını; geçmişte Batının “Doğu Politikası (Türk Milleti’ni Anadolu’dan Asya steplerine sürme)”, günümüzde de “Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)” çerçevesinde değerlendirmek ve yorumlamak gerekir.

      Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgemiz; adeta batılı ajanların cirit alanı haline getirilmiştir. Biz bunların çoğunu dış kaynaklardan öğrenebiliyoruz.

      Geçen hafta CIA ajanı Sam Faddis’in “Operation Hotel California” adlı kitabı, ABD’de piyasaya çıktı. Hürriyet Gazetesi 26 Ekim Pazar günü, bu kitabın tanıtımı yaptı ve kitaptan alıntılar verdi. CIA ajanı bu kitapta, 1990’lardan bu yana Türkiye’nin Güneydoğu ve Ortadoğu’daki faaliyetlerinden söz ediyor. Kitabın bir bölümünde; 1997 Nevruz olaylarında, Diyarbakır’daki gösterileri ve olayları, şehrin içinden takip ettiğini, olayları belediye başkanları, ileri gelen siyasilerle birlikte organize ettiklerini anlatıyor. Bu CIA ajanı Sam Faddis; Türkiye’de 1990’dan 2007 yılına kadar gizli görevli olarak çalışmış, Mayıs 2008’de CIA’dan emekli olmuştur. Türkçe, Yunanca, Arapça dilleri ile Zaza ve Kırmança şivelerini çok iyi bilen Faddis, halen Annapolis’te yaşıyor.

      CIA ajanı Sam Faddis ne diyor?

      “-1997 Nevruz olaylarında, Diyarbakır’daki gösterileri ve olayları, şehrin içinden takip ettim. Olayları belediye başkanları, ileri gelen siyasilerle birlikte organize ettim!”

      Atalarımızın kanlarıyla yoğrularak vatan toprağı yapılan bu yerler, bu Conilerin cirit attığı alanlar olamaz. Olmamalı. Buna benim Türk kardeşim de, benim Kürt kardeşim de göğsünü siper ederek engel olmalı.

      Ey benim Kürt kardeşlerim, ey benim Türk kardeşlerim! Devlet, ayağınızın altından kaydırılmak isteniyor. Artık farkına varın. Devletin olmadığı bir coğrafyada Filistin ve Irak halkının başına ne geliyorsa, sizin başınıza da o gelecektir. Siz bir Coni’nin, bir İngiliz’in, bir Ermeni’nin, bir Yunan’ın, bir Rum’un bir Kürt için kılını kıpırdatacağına inanıyor musunuz? İnanan varsa ya art niyetlidir ya da cahildir.

      Bu olaylar karşısında hâlâ partici, AB’ci, BOP’çu, şucu-bucu olunamaz. Olunmamalı.

      Özellikle benim Kürt kardeşlerime hatırlatmak istiyorum. Milli Mücadelenin verildiği sırada; TBMM orduları “Kütahya-Eskişehir savaşında” Batı destekli Yunanlılara yenildiğinde, Meclis’in Kayseri’ye taşınması tartışmaları gündeme gelince, Dersimli Diyap Ağa ayağa kalkar ve şöyle haykırır:

      “-Biz buraya savaşmaya mı geldik, yoksa kaçmaya mı? Bu Yunan’ı, bu topraklardan sökünceye kadar bir adım bile geriye çekilmek yok!”

      Daha sonra bu Dersim’de ne olmuştur? Kerkük-Musul’u Türkiye’ye vermemek için, o zaman Türkiye’de olmayan bir teknoloji ile, İngiliz ajanları Şeyh Sait’in vaaz kasetlerini gizlice çoğaltmış, halka dağıtmış, “din elden gidiyor” propagandası ile halkı ayaklandırmayı başarmıştır. Zaten gücü belli olan Türkiye Cumhuriyeti, iç sorunu ile uğraşmak zorunda kalmış, İngilizler böylece petrol yatağı olan Kerkük-Musul’u Türkiye’den koparmayı başarmışlardır.

      Kıbrıs Barış Harekâtı sırasında, Türk jetlerinin Rum mevzilerine dalışı televizyonlardan her gösterildiğinde, 1974 yılındaki Tunceli kahvehanelerinde halk ayağa kalkıp alkış tutmuş, Mehmetçiğe; “yaşa, varol” tezahüratları atmıştır.

      Bugünün Tunceli’sinde Ermeni militanların ağırlıkta olduğu PKK teröristlerinin boruları ötmektedir.

      Biz geçmişte köklü cihan devleti kuran bir Milletin evlatlarıyız. Cihan Devleti Osmanlı’yı 600 yıl yaşatan atalarımızın torunlarıyız. Osmanlı Devleti’ni nasıl kurduk? Nasıl büyüttük? Bu kadar yıl nasıl yaşattık? Referansımız bu olmalı.

      Cebeli Tarık’ı aşıp, Avrupa’ya ayak basan, dilini, dinini, kültürünü bilmediği ülkede Endülüs diye bir devlet kuran, tam 800 yıl ayakta tutan Müslümanlar bunu nasıl başardı? Bunları araştırmalıyız.

      Uyanık olmalıyız. “Su uyur, düşman uyumaz” diyen atalarımıza kulak vermeliyiz. Tarih bunun örnekleri ile doludur. Bakın M.Ö. 586’da Babil Kralı Nabukadnazar tarafından Filistin’den sürülen Yahudiler, tam 2 bin 534 sene sonra, Filistin’e geri döndü ve İsrail Devletini kurdular.

      Bütün bunlar ve daha fazlası, Türk Milleti’nin bu topraklardaki varlığı ile doğrudan ilgilidir. Haçlı Seferi’nden Milli Mücadele’ye, ASALA tezgahından PKK terörüne kadar her türlü fitnenin derinliklerinde, bu tarihi kökler bulunmaktadır.

      Bütün bunları bilmez, yeni nesillere öğretmez, öğretemezsek, bir ve beraber olup problemlerle uğraşacağımız yerde, her birimiz bir problemin tarafı oluruz! İyi düşünelim, öğrenelim, öğretelim, beraber olup problemlerle uğraşalım.

     Problemin tarafı olmayalım! 

Fahrettin ALİŞAR - PKK’NIN BEZ PARÇASINI BİLE İNGİLİZLER HAZIRLADI.

PKK’NIN BEZ PARÇASINI BİLE İNGİLİZLER HAZIRLADI. 

Fahrettin ALİŞAR

falisar@mynet.com. 

      Emperyalist güçlerin tetikçisi PKK terör örgütünün yaptığı eylemler, ülke insanının moral değerlerini bozmaya devam ediyor. Türk Bayrağı asılı evlerin taşlanması sabır sınırlarını zorluyor.

      PKK’yı kurduran ve besleyen emperyalist güçlerin; ayrılıkları öne çıkartarak, bir iç savaş çıkartmayı plânladıkları belli. Bunun için açık açık destek verdikleri de belli.

    Daha geçen hafta, Avrupa parlamentosu senatörlerinden biri aynen şöyle dedi:

    -“Abdullah Öcalan’ın cezaevindeki durumunu yakından takip ediyoruz!”

      Yine geçtiğimiz aylarda Diyarbakır’a giden Avrupa Parlamentosu Heyeti, Büyükşehir Belediye Başkanı’nın odasında aynen şunları söylemişlerdi:

      -“Biz buraya Kürdistan davanıza yardımcı olmaya geldik!”

      Diyarbakır’a gelen bu Avrupa Parlamentosu Heyeti’ne, “AB ile aramız bozulmasın!” düşüncesiyle hiçbir tepki gösterilmedi.

      Avrupa Parlamentosu bu ve buna benzer eylemleri ile PKK’yı beslediğini, desteklediğini gizlemeden ortaya koymaktadır.

      Emperyalist güçler geçmişte de bu tür eylemlerde bulunmuşlardı.

      Bütün kamuoyumuzun yakından bildiği, emperyalist güçlerin başlattığı “Şeyh Sait Ayaklanması”, Türkiye’nin Birleşmiş Milletlerde “Musul meselesi”ni müzakere ettiği bir sırada yapılmıştır. Şeyh Sait ayaklanmasının perde gerisindeki asıl isim, Seyit Abdülkadir’dir. Seyit Abdülkadir; Damat Ferit kabinesinde yer alan bir isimdi. İngilizlerin yerli işbirlikçilerinden biriydi.

      Tarihçi Taylan Sorgun’un açıkladığı 25 Mart 1925 tarihli rapora göre; Millî Mücadele yıllarında Konya-Bozkır’da meydana gelen “Bozkır ayaklanması”nı çıkartan “Zeynel Abidin Hocaefendi” de, Seyit Abdülkadir ile Damat Ferit’in yakını ve Kürt Teali Cemiyeti üyesidir.

      Şeyh Sait ayaklanması” sırasında, isyancıların taşıdığı bez afişler, bugün PKK’nın kullandığı bez parçasının aynısıdır. Yeşil zemin üzerinde güneşli bir bez! Yine 25 Mart 1925 tarihli rapora göre; Şeyh Sait ayaklanmasında taşınan ve halen PKK’nın kullandığı bu bezi, İstanbul’da İngiliz Konsolosluğu’nda görevli bir grafiker hazırlamıştır.

      Yani PKK’nın kullandığı bez parçasını bile, ta Şeyh Sait isyanı sırasında İngilizler hazırlamışlardır.

      Bu hafta Güneydoğu Anadolu Bölgemizde yaşanan olaylar, emperyalist güçlerin yaptığı birer provadır. DTP’nin Diyarbakır toplantısı ve basın açıklaması, Türk Bayrağı asılı evlerin taşlanması, emperyalist güçlerin iç savaş çıkarmak için yaptırdığı tahriklerdir.

      Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı Diyarbakır’a gidiyor. Bu ülkenin Başbakanı’na bir başkaldırı sergilenilerek, Büyükşehir Belediyesi sokak ortasına çöpleri biriktiriyor. Esnafa baskı ile işyerleri açtırılmıyor. Sokaklar ateşe veriliyor. Bahane ne? Bebek katiline İmralı’da iyi muamele yapılmıyormuş?

      Bunlar binmişler bir alamete, gitmek istiyorlar kıyamete.

      Bunun adı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne bir başkaldırıdır. Bir meydan okumadır. Demokratik hak arayışı ile uzaktan yakından alakası yoktur.

      Emperyalist güçlerin tetikçileri şunu çok iyi bilmelidir ki; sizin gördüğünüz tam bir “ham hayaldir.” Sizin kullandığınız bez parçasını bile İngilizler hazırlamıştır. Düşmanlarla işbirliği yapan, yerli işbirlikçilerinin sonu hüsran olacaktır. Tarih bunun örnekleri ile doludur. Size tavsiyem bir an önce bu ham hayalden uyanın!

Fahrettin ALİŞAR - PROBLEMLİ BEYİN İLE PROBLEM ÇÖZÜLMEZ

PROBLEMLİ BEYİN İLE PROBLEM ÇÖZÜLMEZ


Fahrettin ALİŞAR

falisar@mynet.com


Türkiye gibi köklü devlet geleneğine, köklü millet kültürüne sahip bir ülkenin, hâlâ teröre doğru teşhis koyamaması çok acı. Hâlâ terörü küresel güçlerin beslediğini göremiyoruz. Sanki körebe oyunu oynuyor veya oynatılıyoruz.

PKK’yı kim ya da kimler kurdurdu? Kim ya da kimler tarafından, hangi amaçla kullanılıyor? Önce bu soruların somut cevaplarının bulunması gerekir.

Bu soruların cevabını vermeden, bazı hatırlatmalarda bulunalım. Türkiye’de bazı bölgelerin gelişmişlik farkından veya etnik kimliğinden dolayı meydana gelen bir terör olayı yoktur. Bu bir mazeret olarak gösterilemez. Bu düşünce emperyalist bir zokadan ibarettir. Bu Türk toplumunun büyük bir çoğunluğuna yutturulmuştur.

Bugün dünyada Birleşmiş Millet üyesi sadece ve sadece 171 devlet vardır. Birleşmiş Milletler üyesi olmayan, toprağı bayrağı olan ülkelerle birlikte, dünyadaki devlet sayısı 222’dir. Bu dünyada bu sayıda ırk vardır anlamına gelmez. Kalemini ve yüreğini her zaman alkışladığım, çok muhterem yazar arkadaşım Hasan Demir Bey’in verdiği rakamlara göre; Fransa’da 17, İngiltere’de 13, İtalya’da 14, Hollanda’da 5, Belçika’da 5 farklı ırk yaşıyor. Komşumuz Yunanistan 20’nin üzerinde ırka sahip bir ülke. Amerika’da ise “millet” özelliğini taşıyan bir yapı zaten yok. Bu ülke, toplama halk yığınından oluşmakta.

Olaya bu açıdan bakacak olursak; Amerika Birleşik Devletleri’nin her yerinin Kandil Dağı olması gerekir. Fransa’da 17, İngiltere’de 13, İtalya’da 14, Hollanda’da 5, Belçika’da 5, Yunanistan’da 20 adet terör örgütünün mevcut olması gerekir. Bu mantık sakat bir mantıktır.

Kaldı ki, Türkiye’de Türk-Kürt aynı kültüre, aynı dini inanca sahiptir. Ayrı özellikleri hemen hemen hiç yoktur. Kıblesi aynı, yemek adeti aynı, düğün adeti aynı, tarihi aynı, edebiyatı aynı, tasası-kıvancı aynı! Aynı olmayan neyi var ki? Zaten bu dini inanç ve kültür birliğinden dolayı, yıllardır körüklenen “Türk-Kürt çatışması” bir türlü çıkarılamamış, başarılamamıştır.

Bir kere önce bu etnik, ana dil, az gelişmişlik ayrımından vazgeçelim. Bu yaklaşım mazeret asla olamaz. Bu yaklaşım küresel güçlerin “ayrılıkları önce çıkarma operasyonu”ndan başka bir şey değildir.

Ülkemizi yıllardır rahatsız eden, kendi topraklarımızı bombalatan, bütçemizi kemiren, son yıllarda terör değil, savaş halini alan terörü kim ya da kimler kurdurdu? Somut olarak cevabını verelim!

Terör örgütü PKK’yı kuranlar, büyütenler; AB(D)-İsrail ikilisi ve bundan çıkarı olan ülkeler ve dünyadaki finans kaynaklarıdır. AB Ülkeleri, Osmanlı’nın hatta ve hatta Atilla’nın intikamını almak istiyor. Bizim güçlenmemizi, cihan devleti haline gelmemizi böylece engellemeye çalışıyor. Bunda da başarılı oldular. AB üyesi ülkeler; yıllardır terör örgütlerini besleyip ülkelerinde sakladılar, bize ancak ölülerini gönderdiler. En bariz örneği Dursun Karataş’tır.

ABD-İsrail ayrılmaz ikilisi, Yahudi kökenli Barzani önderliğinde, Türkiye-İran-Irak’ı bölen bir uydu devlet kurmak için, yıllardır çabalıyor. Böylece hem bir uydu devlet kurulacak, hem de Siyonist İsrail’in kuruluş felsefesindeki emelleri gerçekleştirilmiş olacaktır.

Türkiye ve bölgemizdeki terörü eğiten, koruyan, kollayan ve kullanan kesinlikle AB(D)-İsrail ikilisidir. Yahudi Barzani ve PKK; AB(D)-İsrail bataklığında barınan, birer sivrisinektir.

Oyun büyüktür. Bu büyük oyun ancak büyük düşünmekle bozulur. Yani Atilla gibi, Fatih gibi, Abdülhamid Han gibi, Atatürk gibi düşünmekle bozulabilir.

Albert Einstein’in bir sözü vardır: “Problemleri yaratan beyinle, problemi çözmek mümkün değildir.”

Terör konusunda, problemli beyinlerle, bu problemi çözmek mümkün değildir.

AKTÜTÜN KARAKOLUNA YAPILAN SALDIRI DA GÖSTERDİ Kİ, TÜRKİYE KÜRESEL BİR HESABIN HEDEF TAHTASI DURUMUNDADIR.

AKTÜTÜN KARAKOLUNA YAPILAN SALDIRI DA GÖSTERDİ Kİ, TÜRKİYE KÜRESEL BİR HESABIN HEDEF TAHTASI DURUMUNDADIR.
Fahrettin ALİŞAR
falisar@mynet.com
Küresel güçlerin Türkiye üzerindeki terör oyunu, zaman ve şekil değiştirerek hızla devam ediyor. Bu oyunun adı ve adresi Türk Milleti’nden gizleniyor. Ekonomik konularda olduğu gibi, bu konuda da halk aldatılıyor, uyutuluyor.
Türkiye’de bizim insanımızın bir kimlik sorunu yoktur. Bu sorun; jakoben dayatmaların baskısıyla, cahil aydınlarımız, tecrübesiz politikacılarımız sayesinde zemin bulan ve küresel güçlerin tesiriyle filizlenen sunî bir sorundur.
PKK terör örgütü, yıllardır AB(D)-İsrail-Barzani üçgeninin kontrolünde olan bir örgüttür. Örgütün bugünlerdeki misyonu; Türkiye’de bir iç savaş çıkarmak, BM ve NATO şemsiyesi altına girmek için, bir “36. paralel” ve “Yugoslavya modeli” bir askeri müdahaleye zemin hazırlamaktır.
Çok zor yazıyorum ama, bu konuda Türk Milleti itidalli olmak zorundadır. Çünkü ABD-İsrail-Barzani üçgeni, TBMM’deki uzantı milletvekilleri(!), küresel güçlerin kullandığı içimizdeki gazeteci, akademisyen, işadamı ve bunların kurduğu vakıflar, dernekler; bir iç savaş çıkarmak için, sürekli ortam oluşturmaya çalışıyorlar. En güçsüz anımızı bekliyorlar. Ardından da hemen BM ve NATO şemsiyesini isteyeceklerdir. Bundan emin olun!
ABD’nin ajandasında; 2014 yılına kadar, Türkiye’nin bir kısmını da içine alan “Büyük Kürdistan”ın kurulacağı, altı çizilerek yazılıdır.
Türk kamuoyundan gizlenilmeye çalışılsa da; PKK son yıllarda tamamen AB(D)-İsrail-Barzani üçlüsünün kontrolündedir. Leyla Zana, “Barzani’nin kendileri için Öcalan ile eş değerde bir önder” olduğunu ilân etmedi mi? Mayıs Ayında yapılan DTP Van kongresinde, İstiklâl Marşı yerine Barzani Marşı(!) söylenmedi mi?
Bütün bunları isteyen ve yaptıran AB(D)-İsrail-Barzani üçgenidir.
ABD; Türkiye’yi yıllardır “koordinatörlük” ile oyalamış, öncesinde tampon bölge oluşturarak PKK’ya taktikler vermiş, lojistik destek sağlamıştır. Hem de çoğu zaman açıktan yapmıştır.
Eski Genel Kurmay Başkanımız Sayın Yaşar Büyükanıt diyordu ki; “oralar artık BBG evi gibi!” Ama Hasan Iğsız Paşa’nın bilgilendirme toplantısından anlıyoruz ki, “ABD-İsrail-Barzani isterse BBG evi gibi!”
Aktütün karakoluna yapılan saldırı da göstermiştir ki; ABD istihbarat yardımını fazlasıyla PKK’ya yapmaktadır. Çünkü adamlar günlerdir katırlarla bölgeye ağır silâhları taşımışlar, yerleştirmişler, mevzi alabilmişlerdir.
Dolayısıyla Hakkâri Şemdinli Aktütün karakolumuza yapılan saldırı, bir terör saldırısı değildir. Uzun vadeli, önceden hazırlanmış “teostratejik” temelleri olan bir askeri saldırıdır. Bu saldırıyı yapanlar; ABD-İsrail ve bunların postal yalayıcısı Barzani’dir.
Aktütün karakolumuza yapılan saldırının zamanlaması ile Balıkesir Altınova’daki olaylar birbiri ile bağlantılı ve birer prova niteliğindedir. Her iki olay da, uzun vadeli bir hesabın parçasıdır.
Türkiye küresel bir hesabın hedef tahtası durumundadır. Ülkemiz etnik bir saldırının değil, teosiyasete uygun etnisite bir saldırıyla karşı karşıyadır. Kim ne derse desin, bunun adı bir savaştır.
Bu savaşa karşı Türkiye, hızla karşı psikolojik harp metotlarını uygulamaya koyarak karşı atağa geçmelidir.
Elbette ki AB(D)’nin kucağında oturan bir politika ile karşı atağa geçemezsiniz! Önce bu politikanızı değiştirmeniz gerekir.
www.fahrettinalisar.com

ABD KRİZİNDE YAHUDİ OYUNU

ABD KRİZİNDE YAHUDİ OYUNU
Fahrettin ALİŞAR
falisar@mynet.com
Amerika Birleşik Devletleri’nde “mortgage krizinin” faturası çok ağır oldu. Finans piyasasının en güçlü devleri birer birer çöküyor. Bear Stearns, Lehman Brothers ve Merril Liynch’in ardından sıra Goldman Sachs ve Mongan Stanley’e geldi. Önde gelen Amerikan ekonomistleri, yaşanan krizin piyasa ekonomi modelini çökerteceğini açık açık söylüyorlar. Yani “ABD serbest piyasa ekonomisi” çökmeye çok yakın.
Tam 100 yıllık geçmişi olan, dünya genelinde 65 bin çalışanı olan, Merril Lynch Şirketi bile el değiştirmek zorunda kaldı. Bu şirket bir hafta içinde hisselerinin yüzde 36 erimesinin ardından, 50 milyar dolarla ülkenin en büyük mevduat bankası Bank of America’ya satıldı.
ABD’nın Irak ve Afganistan gibi ülkelere yaptığı askeri ve mali operasyonların, trilyon dolar seviyesinde maliyetlere neden olmasının, bu süreci hızlandırdığını yine ABD ekonomistleri söylüyor.
Mortgage kredileri yoluyla üretilen konut ya da diğer mallarda; tüketime zorlanan geniş kitleler, artık geri ödeme yapamıyorlar. Bu durum krizi önemli ölçüde tetikliyor.
Dünya üzerinde ABD patentli düzen arayışlarının, artık “düzensizlikle” sonuçlanacağı iyice anlaşılmış olmalıdır. Ekonomik ve politik parametreler; bu krizin millî ölçeklerin üstünde, “küresel pazarı” kapsadığı da açıktır. Bu küresel krizin, globalleşmenin daha da gelişmesiyle sonuçlanacağını söylemek, ekonomik parametrelerle bağdaşmaz.
ABD’deki kriz ile ilgili olarak dikkat çekici olaylardan biri; ABD’nin artık kamu fonlarıyla, özel sektörü kurtarmaktan vazgeçmesidir. Lehman Brothers’in iflası bunun açık göstergesidir. Halbuki ABD’deki en büyük konut kredisi toptancılarından olan Fannie Mae ve Freddie Mac Şirketlerine, ABD hükümeti “sistemik bir riskten piyasaları korumak” gerekçesiyle el koymuştu.
Amerika Birleşik Devletleri’ndeki bu kriz ortamında çok önemli siyasi gelişmeler yaşanıyor. Bu ülkedeki Yahudi Lobisi; Cumhuriyetçi John McCain’in başkan yardımcılığı adaylığına, Yahudi Sarah Palin’i koydurdu. Bitmedi, Demokrat Obama’nın başkan yardımcı adaylığına da Yahudi Joseph Biden’i koydurmayı başardı.
Cumhuriyetçi John McCain’in başkan yardımcısı adayı Yahudi Sarah Palin; Litvanya kökenli bir Yahudi.
Demokrat Obama’nın başkan yardımcısı adayı Yahudi Jeseph Biden; ABD Senatosu Dış ilişkiler Komitesi Başkanı ve Türk-Amerikan ilişkilerinin bir numaralı adamı. Jeseph Biden’in, 20 yıl önce Türkiye için söylediği şu sözleri, Türk Milleti’nin hiçbir zaman unutmaması gerekir:
“-Gerekirse, Türkiye’nin etrafını ateş çemberine çeviririz!”
Amerikan Yahudi Lobisi’nin bir numaralı ismi ve turuncu devrim çetelerinin finansörü George Soros, 2008 Nisan’da şunları söylemişti:
“-Şu zaman hâlâ servet yıkımı zamanıdır!”
Bugün bütün insanlık; dolar basma yetkisini elinde bulunduran, dönemin Yahudi zenginlerinin kurduğu ve özel bir banka olan Federal Reserv’in sahibi olan; petrol, ilâç ve silâh şirketlerinin kurduğu sistemden çok rahatsızdır. Federal Reserv sistemi, dünyanın başına belâdır. Bu sistemin oyunlarını sezerek; dolar kullanmaktan tamamen vazgeçip, rezervlerinin yarısı Euro’ya çeviren; Çin, Japonya, Hindistan ve Rusya’nın yaptığı hamleye karşılık, Reserv sistemi yeni bir hamlenin peşindedir. Reserv’in bu hamlesi; Euro’ya dönen bu ülkelerin borsa oyunlarında baş aktör rolü oynayarak, rakip ülkelerin ekonomileri çökertmeye çalışmaktır.
Federal Reserv’in sahibi olan petrol, ilâç ve silâh şirketlerinin kurduğu sistemden kurtulmak için, bütün insanlığın uyanarak mücadele etmesi için, bu mübarek günlerde dua edelim!
www.fahrettinalisar.com
NOT:
İnsanlığın başına belâ olan, Federal Reserv’in sahibi bulunduğu petrol, ilâç ve silâh şirketlerinin kurduğu sistemden; bütün Müslümanların kurtulması dileklerimle, önümüzdeki Kadir Gecenizi ve Mübarek Ramazan Bayramınızı tebrik ederim. F.A.

ÇÖKEN LEHMAN KARDEŞLER DEĞİL, ÇÖKEN KAPİTALİZMİN KARDEŞLİĞİDİR. Fahrettin ALİŞAR

ÇÖKEN LEHMAN KARDEŞLER DEĞİL, ÇÖKEN KAPİTALİZMİN KARDEŞLİĞİDİR.
Fahrettin ALİŞAR
falisar@mynet.com

Amerika Birleşik Devletleri’nin en büyük bankalarından olan “Lehman Brothers” (Lehman Kardeşler) çöktü. Aslında çöken Lehman Kardeşler değil, “Kapitalizmin Kardeşliği” dir.
Bu çöküşlere paralel olarak; dünya borsalarındaki sert düşüşler ve doların yükselmesi devam edecektir. Bu çöküş sıradan bir olay değildir. Bu olayı; bizim AB(D)’cilerin deyimiyle “global” (küresel) bir bakışla değerlendirmek gerekir.
ABD Merkez Bankası’nın eski başkanı bağırıyor:
“-Yüzyılın en büyük krizini yaşıyoruz! Devamı çok kötü gelecek!”
İçimizdeki AB(D)’cilerin buradan çıkarması gereken dersler vardır. Başkasının aklıyla hareket edenlerin sonu kesinlikle hüsrandır. Sonuç, çaresizlik içinde çırpınmadan başka bir şey olmaz. Anlamak isteyenler, tarihin tozlu raflarını karıştırabilirler.
Türk siyaset tarihi; Atatürk Dönemi ve kısmen çok kısa süreli dönemler hariç, siyasi ve ekonomik proje üretemeyen, yabancıların projelerinin arkasına gizlenen, böylece halkı oyalayıp duran siyasilerin varlığı ile doludur.
“Avrupa Birliği Projesi”, “Amerika Birleşik Devletleri Müttefikliği” ile halkımız asırlardır uyutuldu.
AB(D) hayranlarına; kendi hayranı oldukları, ABD’nin Eski Başkanlarından George Washington’un bir sözünü hatırlatmak isterim. George Washington 17 Eylül 1796’da siyasete veda ederken yaptığı bir konuşmada, aynen şunları söyler:
“-Belirli bir millete sevdayla bağlanmaktan kaçınınız. Başka bir ülkeye sevgi duyguları beslemeyi adet edinen milletler köleleşirler, kendi görev ve çıkarlarını unuturlar. Büyük ve güçlü bir ülkeyle, böyle bir ilişki kuran küçük ya da zayıf bir millet, ötekinin uydusu olmaktan kurtulamaz. Yabancı entrikaların aleti durumundaki kişiler, güvenini ve alkışını aldıkları halkı aldatarak, onun çıkarlarını başkalarına teslim etmesini sağlarken, bütün bunlara karşı çıkan gerçek vatanseverler, şüpheli duruma düşürülüp lânetlenebilirler.”
İçimizdeki AB(D)’cilerin hayranı olduğu ve halkı uyutmakta kullandığı bu kapitalist sistem; komünizmi yok etmeyi başardı. Bu başarıdan sonra kendisini dünyanın sahibi sandı ve düşman olarak da İslâm’ı seçti. Çünkü var olmak için, hedefe bir düşman yerleştirilmeliydi. Bu hedef de “İslâm” oldu.
“Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz” atasözümüzde geçen; Müslümanların ne “anasını” koydu, ne de “Bağdat’ını!”
“ Haçlı Seferi Başlattım!” diye işe başladı. Giderek vahşileşti. Emperyalist oldu, her tarafı yaktı, yıktı. Şimdi bu kapitalist sistem varlık sebebi olan yerinden, ekonomisinden çökmeye başladı. Hem de döşünü olmayan bir hızla.
ANKARA’YA ÇOK DİNLİ CAMİ
Prof. Dr. İhsan Doğramacı’yı tanırsınız. Hacettepe ve Bilkent Üniversiteleri ile YÖK’ün kurucusu. Sayın Doğramacı yaşına ve sağlığına rağmen bu günlerde harıl harıl çalışıyor. Çok meşgul. Çünkü babası Ali Sami Paşa, kendisine bir vasiyette bulunmuş:
“-Oğlum, benim adıma çok dinli bir cami yaptır!”
Evet yanlış duymadınız, “ÇOK DİNLİ BİR CAMİ(?)”
İhsan Doğramacı da, bu vasiyet üzerine Ankara’da “çok dinli bir cami(?)” inşa ediyor. Yani; cami, kilise, havra bir arada. Hani şu bizim “Dinler arası diyalogcular”, “Ilımlı İslâm(?)cılar”ın daha önce, İsrail’in bağışladığı 20 milyon dolarla, Antalya Serik’in Belek Beldesi’ne ve Şanlıurfa’da Makam’ı İbrahim’in yanı başında Halepli Bahçe’ye yaptıkları “Dinler Bahçesi” ne benzer bir proje.
Aldığımız bilgilere göre, İhsan Doğramacı; bu Ramazan’da, üstelik de Kadir Gecisi’nde, “Çok Dinli Cami”nin açılışını yaptıracakmış!
Kadir Gecesi ile birlikte Türkiye’nin başkenti Ankara’da; artık bir cami, kilise ve sinagog üçlüsü hizmete girmiş bulunacak.
Emeği geçen “Dinler arası diyalogcuları” tebrik ediyoruz.

www.fahrettinalisar.com

ÇARE NE AB’DE, NE DE ABD’DE, ÇARE KENDİNDE! - Fahrettin ALİŞAR

ÇARE NE AB’DE, NE DE ABD’DE, ÇARE KENDİNDE! - Fahrettin ALİŞAR
falisar@mynet.com
Mazisinde “cihan devleti” kurmuş bir milletin evlâtlarıyız. Tarihimiz mucizelerle dolu. Dünyada bizim tarihimiz kadar; kahramanı, destanı olan bir millet asla yoktur.
Ne değişti de bu hallere düştük?
Bunun cevabı elbette ki ciltler dolusu kitaplara sığabilir. Ama özeti, çareyi kendimizde aramadık.
Çok uzaklara gitmeyelim! Sadece Cumhuriyet tarihimize bir göz atalım.
Emperyalist güçlere karşı, yoksulluk içinde verdiğimiz Millî Mücadelenin hemen ardından, İzmir’de 17 Şubat 1923’te “Türkiye İktisat Kongresi”ni toplayan Mustafa Kemal Atatürk’ün en önemli parolası “ekonomi” oldu. Dedi ki:
“-Yeni Türkiye Devleti, temellerini süngü ile değil, süngünün de dayandığı, ekonomi ile kuracaktır.”
Ardından ekledi:
“-Ekonomik kalkınma; Türkiye’nin hür, bağımsız, daima daha kuvvetli, daima daha refahlı idealinin bel kemiğidir.”
Bu parola ile yola çıkan Yeni Türkiye Cumhuriyeti, o dönemde yüzde 17’lik kalkınma mucizesini gerçekleştirdi.
1927 yılında çıkarılan “Teşvik-i Sanayi Kanunu” ve 1929’da çıkarılan “Gümrük Kanunu” özel sektörün önünü açtı.
Kamuda sanayimizin gelişme temelleri, 1931’de atıldı.
Tarımsal hâsılamızın 1923-1929 arası yıllık büyüme hız ortalaması yüzde 17, sanayide ise yüzde 19 olarak gerçekleşti.
1938’e kadar milli hâsıladaki artış oranımız, son yedi yılda, 9,8 den, 19,5 e varan oranlarda artarak, 1150,5 milyona kadar ulaşmayı başardı.
1925-1933 yılları arasında “şeker fabrikaları”mız ardı ardına kuruldu. Turhal ve Eskişehir de kurulan şeker fabrikaları bu alanda çığır açtı.
Savunma sanayi alanında, “İmalat-ı Harbiye”den “Makine-Kimya” endüstrisine geçildi.
1933’te Sümerbank, 1936’da Ereğli Kömür İşletmeleri, 1938’de Divriği Demir Ocakları ve Ergani Bakır İşletmesi ile Karabük Demir-Çelik Fabrikası hayata geçti.
Cihan Devleti Osmanlı’dan devraldığımız 4.130 km Demiryolu ağımızı 7.630 km. ye çıkarmayı başarabildik.
1926’da açılan Kayseri Uçak Fabrikasını ve devamında 4 tane daha hava ulaşımını geliştiren kurumlar kuruldu.
Ziraat Bankası’ndan sonra, 1925-1930 arası 4 banka daha kurmayı başardık.
Darülfünun’un İstanbul Üniversitesi’ne dönüşmesinin hemen ardından; Ankara Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi ve diğer üniversiteler ardı ardına geldi.
Bütün bunları sadece ve sadece kendi millî kaynaklarımız ile gerçekleştirdik.
1938’lerden sonra (çok kısa süreli bazı dönemler hariç), siyasal ve ekonomik proje üretemeyen, yabancıların projelerinin arkasına gizlenerek halkı oyalayan yöneticilerimizin varlığı ile yerimizde saydık. Her şeyi AB projelerinde, ABD müttefikinde arayarak yıllarımızı tükettik.
Hâlâ AB ve ABD projelerinin ardında oyalanıp duruyoruz.
Gücün kendimizde olduğunun, çareyi kendimizde aramanın farkına varamadığımız için, iki ileri-bir geri yerimizde sayıp duruyoruz.
Yüksek başarının enerjisi içimizdeyken; dışardan medet beklemek, ne aşağılık bir duygu!

İÇİMİZDEKİ DÖNMELERİN ERİVAN LOBİSİ - Fahrettin ALİŞAR

İÇİMİZDEKİ DÖNMELERİN ERİVAN LOBİSİ
Fahrettin ALİŞAR
falisar@mynet.com
Cumartesi günü oynanacak olan, Türkiye-Ermenistan maçını bahane eden “içimizdeki Erivan lobileri”, hemen harekete geçti.
Peki kim bu içimizdeki Erivan lobileri?
Fazla uzaklara gitmeden, bu lobileri açıklamayalım! 2006 yılında kendilerini “Türk aydınları” diye tanıtan bir grup çıktı. Liberation Gazetesi’nde bir bildiri yayınlayarak; Osmanlı Ermenilerinin uğradığı insanlık dışı felaketin tüm ağırlığını üzerlerinde hissettiklerini açıkladılar. “Ermenilerin acıları bizim acımızdır!” dediler. Sözde 1915 vahşetini, insan olduğunu söyleyen hiçbir kişinin inkâr edemeyeceğini kamuoyuna deklare ettiler.
Bu grupta kimler vardı? Baskın Oran, Elif Şafak, Murat Belge, Müge Göçek, Etyen Mahçupyan, Halil Berktay, Hrant Dink, Ragıp Zarakolu ve arkadaşları.
Mehmet Ali Birand, Kanal D Ana Haber Programında, izleyicilerin gözünün içine baka baka; “Cumhurbaşkanımız Ermenistan-Türkiye maçını izlemek üzere, Ermenistan’a gitmeli. Bu Türkiye için çok ama çok önemli!” diye haykırdı ve ilave etti: “Cumhurbaşkanı Ermenistan’a gidecek!”
TÜSİAD 02.09.2008 tarihli bir bildiri yayınlayarak: “Bu bir fırsattır. Cumhurbaşkanı Ermenistan’a gitmelidir!” dedi.
“İçimizdeki Erivan lobileri” pusudan çıkmış görevlerini yapıyorlar. Biz yakın tarihimizden bazı hatırlatmalar yaparak, okuyucularımızın dikkatini bu konuya çekmek istiyoruz!
Kars Antlaşması’nı tanımayan Ermenistan’dır.
“Türkiye topraklarında alacağım topraklar var!” diyen Ermenistan’dır.
Ağrı Dağı’nı milli sembol olarak kullanan Ermenistan’dır.
Sözde 1915 Olaylarını, emperyalist güçlerin isteği doğrultuda, her yıl ısıtıp ısıtıp dünya kamuoyunun önüne getiren Ermenistan’dır.
25 Şubat 1992’de “Hocalı Katliamı”nı yapan Ermenistan’dır. (O “Hocalı Katliamı” ki; ikibin Azeri Türkü’nün katledildiği, Fransızların ünlü Le Monde Gazetesi’nin, “Hocalı’da öldürülmüş kadın ve çocuklar arasında, kafa derisi soyulmuş, tırnakları sökülmüş yüzlerce insan vardı.” Diye yazdığı, tam bir vahşet.)
Dağlık Karabağ’ı ve Azeri topraklarını işgal ederek birbuçuk milyon Azeri Türkü’nü yerinden yurdundan eden Ermenistan’dır.
İçimizdeki “Erivan Lobileri” bunları unutturmak istiyor.
Bu lobiler; stratejik ortak ABD ve AB’nin isteği doğrultusunda, harekete geçerek kamuoyu oluşturmaya çalışıyor. Ülke menfaati için değil.
İşgal edilen Azeri toprakları, Türkiye’nin devlet politikası ve gururu, bu lobinin umurunda değil.
Prof. Dr. Hasan Köni, Almanya’daki Türklerin organize ettiği “Ermeni meselesi” konulu bir konferansta aynen şunları söyledi:
“-Tehcir sırasında, yerinden olmamak için Müslümanlığa dönen Ermeniler de vardır. Bunların kim olduğunu bilemiyoruz. Sayıları 300-400 bin kişi. Ayrıca dönmüş Museviler ve dönmüş Rumlar da var. Bunları maalesef Türkiye Cumhuriyeti kendi vatandaşlarını rahatsız etmemek için açıklamıyor. Belki de devletin içinde de yüksek rütbeye gelmiş Ermeni kökenli dönmüş insanlarımız var!”
İçimizdeki dönmelerin hangi makamlara, hangi rütbelere kadar yükseldiğini bilemiyoruz. Ancak uygulamalarına, icraatlarına bakarak yorum yapabiliyoruz.
İçimizdeki bu dönmelerin oyunları bozmak için, önce bunların deşifre edilmesi önemlidir.
Sayıları o kadar çok ve geldikleri makamlar o kadar yüksek ki; bunları deşifre etmeye uzun çaba ve cesaret gerekir.

KÜRESEL ÖRÜMCEĞİN BAŞIMIZA ÖRDÜĞÜ AĞDAN, ÖNCE İNSANIMIZI KURTARMALIYIZ.

KÜRESEL ÖRÜMCEĞİN BAŞIMIZA ÖRDÜĞÜ AĞDAN, ÖNCE İNSANIMIZI KURTARMALIYIZ.


Fahrettin ALİŞAR

falisar@mynet.com



Ahlâken, ilmen, fikren ve vicdanen tükenmiş olan insanlardan meydana gelen toplumların geleceği hüsrandır. İnsanın çöktüğü, insanlığın tükendiği bir toplumda; geleceğe umutla bakmak beyhudedir.

Bir toplum için; doğal kaynaklar, su, enerji, bitki rezervleri önemlidir. Ancak bunlar, insanlar için vardır. Toplumlar; bu kaynakları tüketmemek için verdikleri uğraşılar kadar, ahlâki rezervleri tüketmemek için de uğraşı vermelidir.

Türkiye’de derin bir insani iflas yaşanmaktadır. Bu ülkenin doğal rezervlerinden önce, ahlâki rezervleri tüketilmiştir.

Rüşvet, tecavüz, hırsızlık, yolsuzluk, cinayet haberleri, her gün televizyon ve gazetelerin ilk sayfasını dolduruyor. Sadece bunlar mı? Bu ülkede artık “ölü soygunculuğu”nun yapıldığına da şahit oluyoruz. Açıyorsunuz televizyonu, amatör bir kameranın çektiği, insanın kanını donduran “ölü soygunculuğu”nu sanki bir film seyreder gibi seyrediyorsunuz. Bir trafik kazası oluyor. Kazada iki kişi ölmüş, yolun ortasında yatıyor. Üzerlerine gazete kâğıdı örtülmüş, sağlık elemanları onları tabuta yerleştirmeye çalışırken, yanlarına birisi yardım görüntüsü ile geliyor. Ölmüş olan kişilerin cesetlerinin yanı başındaki cep telefonunu kurnazca cebine indiriyor, sonra da cenazenin tabuta yerleştirilmesine yardımcı oluyor. Cenazenin yanından ayrılırken de, takibe alan polis tarafından yakalanıyor.

Gayet soğukkanlı bir vaziyette “ölü soygunculuğu” yapmak! Aman Yarabbi! Bu nasıl bir duygudur. Bunu yapan gerçekten insan olabilir mi? Bu nasıl bir nefistir? Nefsini kutsallaştıranlara: “Aman ha ölüm var, unutmayın!” diye nasihat eden benim büyüklerimin nasihatları acaba insanlara değil miydi?

Bu sadece bir münferit olaydır diye geçiştiremiyorum! Geçiştiremem! Bu ülkede hırsızlık, yankesicilik, kapkaç işlerini yapan mahalleler var. Fuhuş, uyuşturucu işlerini yapanların oluşturduğu semtler var.

Bu noktaya nasıl gelindi?

Bu ülkede; yıllardır “küresel örümceğin” ağlarını ördüğüne şahit olduk. Kimliğimizden, inançlarımızdan, değerlerimizden uzaklaştırılarak, yalnızca yiyip içen, eğlenen, televizyon seyreden, tuvalete giden ama asla düşünmeyen, güncel ihtiyaçları dışında asla tepki vermeyen birer tüketim organizmalarına dönüşen insan tipi oluşturulmasını, sadece ve sadece izledik. Sonunda da; sorgulamayan, araştırmayan, sürekli uyuyan, nemelazımcı bir sürü haline geldik.

Kredi borcu, ev borcu, araba borcu ile teslim alındık. Karınların nasıl doyurulacağını, faturaların nasıl ödeneceğini düşünürken, ülke meselelerini düşünemez hale geldik.

İnsanımız; sanal dünyada heyecan içerisinde oyunları izlemeye koyulurken, gerçek dünyada evlerinin soyulduğunu göremedi.

Bir siyasi partinin lideri almış eline mikrofonu, kendisini dinleyemeye gelenlere, İsmet İnönü’ye ait olduğu söylenen sözü haykırıyor:

“-Bu ülkede namuslular, en az namussuzlar kadar cesur olmadıkça, bu ülke kurtulmaz!”

Bunu söyleyene şu önemli uyarıyı yapmak lazımdır: “Cesareti olmayanın, namusu olmaz!”

İnsanlığın soysuzlaşması, toplum için müthiş bir tehdittir. Bu ülkede yaşanan olaylar gösteriyor ki; insani değerler iyice dibe vurmuştur. İnsan kalitesi iyice düşmüştür. Devlet ve millet soyuculuğu, “ölü soyuculuğu”na dönüşmüştür.

Maddi konulardaki eksikliklerin telafisi vardır, ancak insanlık kaybının telâfisi mümkün değildir!

Unutmayalım! İnsanı esas almayan, özünde ahlâki unsurları barındırmayan bir sistemin ayakta durduğuna, tarih şahit olmamıştır.


www.fahrettinalisar.com

ARİSTO TAKTİĞİ İLE BUNALTILAN TÜRKİYE

ARİSTO TAKTİĞİ İLE BUNALTILAN TÜRKİYE

Fahrettin ALİŞAR

falisar@mynet.com

Biz darbeyle örgütle meşgul olurken, gözden kaçan önemli bir konu var. Hem de ülkemizin kanını, kene gibi emen bir konu!

Merkez Bankası ödemeler dengesi verilerine göre, “yabancı yatırımcılar”; son beş yılda, Türkiye’den tam 25,5 milyar dolar rekor kâr ederek, kendi ülkelerine aktardılar. Bu yatırımcılar; Türkiye’deki doğrudan yatırımlarından elde ettikleri kârların 7 milyar 569 milyon doları ile, borsa, devlet iç borçlanma senetleri gibi finansal araçlara yaptıkları portföy yatırımlarından kazandıkları 17 milyar 798 milyon doları, yurt dışına transfer ettiler.

Merkez Bankası’nın bu verilerine göre; 2000’li yılların başında 300-400 milyon dolar arasında seyreden, 2003 yılında 643 milyon dolar olan, “doğrudan yatırımlardan kâr transferleri”, 2004 yılıyla birlikte belirgin bir şekilde arttı. Doğrudan yatırımlarda 2004 yılında 1 milyar 43 milyon dolara ulaşan kâr transferi, 2005’te 1 milyar 51 milyon, 2006’da 1 milyar 168 milyon ve 2007 yılında 1 milyar 193 milyon dolara ulaştı.2008 yılının ilk beş ayında da doğrudan yatırımlarda 1 milyar 471 milyon dolarlık bir kâr transferi yaşandı.

“Sıcak para” olarak gelen ve Türkiye’de borsa ve devlet iç borçlanma senetleri başta olmak üzere, çeşitli finansal yatırım araçlarına yatırım yapan, yabancı sermayenin; bu yolla elde ettiği kazançlardan, yurt dışına transfer edilen tutar; son yıllarda hızla büyüdü. 2003 yılında 2 milyar 616 milyon olan yabancıların portföy yatırımlarından kâr elde ederek, yurt dışına aktardığı tutar, 2004 yılında 2 milyar 905 milyon, 2005 yılında 3 milyar 326 milyon dolara çıktı. Yabancıların portföy yatırımlarından yaptığı kâr transferleri, 2006 yılında 3 milyar 463 milyon, 2007’de 3 milyar 735 milyon dolara yükseldi. 2008 yılının Ocak-Mayıs döneminde ise yabancı yatırımcılar, Türkiye’deki portföy yatırımlarından elde ettikleri 1 milyar 753 milyon doları yurt dışına aktardı.

Bu durum, ülkemizin cari açığını çığ gibi büyüttü. Cari açık, Cumhuriyet Dönemi’nin en yüksek seviyesine çıktı.

240 milyar dolar olan dış borç, 380 milyar doları aştı.

Ülkemizde her bebek 8 bin 39 YTL borçla doğarken, yabancılar Türkiye’nin kaymağını yiyor.

Biz darbeyle, örgütle meşgul olurken, gözden kaçırılan bir diğer önemli konu da; ABD şirketlerinin Karadeniz Türk kara sularında petrol aramaya başlamalarıdır. Çok önceden petrol olduğunu belirledikleri kara sularımızda, “petrol arama girişimini” sessiz sedasız başaran ABD şirketleri, uyutulan kamuoyundan oldukça memnunlar. Bu kaynakların kullanıma açılmasını da bitirmek üzereler.

Bizim gündemimizde; “Türkiye’nin millî kuruluşlarını nasıl güçlendiririz, millî sermayemiz ile bu araştırmaları ve yatırımları nasıl yaparız?” yok. Ne var? Darbe, örgüt falan filan!

Bu gündem bizim gündemimiz değil! Bu gündemi biz değil, “Aristo taktiği” uygulayan, AB(D) belirliyor.

Kral Büyük İskender; Yunan filozof Aristo’ya yazdığı mektupla, bir soru sorar:

“-Ele geçirdiğim topraklardaki insanları, baskı altında tutabilmek için neler yapmalıyım?”

Bu sorunun altına, kendi önerilerini sıralar:

“1. Onları sürgüne mi göndereyim?

2. Onları hapse mi atayım?

3. Onları kılıçtan mı geçireyim?”

Filozof Aristo, bu önerilerin hepsine ayrı ayrı cevap verir:

“1. Onları sürgüne gönderirsen, sürgünde toplanıp sana isyan ederler.

2. Onları hapsedersen, hapishaneleri militan yuvasına çevirirler, denetiminden çıkarlar.

3. Onları kılıçtan geçirirsen, sonraki kuşak intikam hırsıyla büyür, krallık tahtını sallar.”

Büyük İskender’in önerdiği hiçbir yönteme onay vermeyen Aristo, kralın gücünü koruması için şu öneride bulunur:

“-İnsanların arasına nifak (ayrılık) tohumları ekeceksin ki; birbirleriyle mücadele etsinler, savaşsınlar. Savaşınca, hakem olarak kendini kabul ettireceksin, ama anlaşmaya giden bütün yolları tıkayacaksın!”

Bugün Türkiye’ye bu taktik uygulanıyor. Ayrılık tohumları ekiliyor, insanlar birbirleri ile savaştırılıyor, bütün yollar tıkanıyor ve AB(D) hakem olarak devreye giriyor.

Benim yorulmuş, hırpalanmış Anadolu insanım da; “Aristo taktiği ile bunaltılan Ülkem”in halini, çaresizlik ve acı içinde izliyor!


www.fahrettinalisar.com

ÜLKEMİZİN KANINI EMEN ÇOK ULUSLU ŞİRKETLER

ÜLKEMİZİN KANINI EMEN ÇOK ULUSLU ŞİRKETLER


Fahrettin ALİŞAR

falisar@mynet.com


Çok uluslu şirketler, sermayeleriyle kanımızı emiyorlar. ABD, İngiltere, Fransa, Hollanda, Almanya gibi ülkelerin “çok uluslu şirketleri” ülkemizi adeta “yolunacak kaz” olarak görmektedirler. Türk Telekom, TÜPRAŞ, Limanlar, Araziler, Bankalar derken; en son OYAKBANK’ı da “kaz” gibi yoldular.

Oyakbark’ı satın alan Hollanda bankası ING Gurup; 2003 yılında Türkiye ile ilgili yayınladığı “iktisadi yön” raporunun kapağında, Türkiye’yi “yolunacak hindi” olarak yatırımcılarına lanse etti. Ülkemizi “yolunacak kaz” olarak görmeyi daha nasıl tarif edecekler? Açıkça yayın organlarında söylüyorlar.

Yabancı sermaye ülkemize; yeni istihdam imkanı sağlamaya, doğrudan sanayi yatırımları yapmaya gelmiyor. Niçin geliyor? Bankacılık, sigortacılık ve emlâk gibi kar marjı yüksek sektörleri ele geçirmek için geliyor. Bunun açık örnekleri var. Yabancı sermaye tam 15 bankamızı satın aldı. Ülkemizde bankacılıkta yabancı payı yüzde 50’lere yükseldi. Yabancı sermayenin el attığı bankaların paylarına tek tek bakalım:


Banka: Satın Alan: Satılan Pay:


Demirbank HSBC Bank Plc Yüzde 100

Sitebank Yunan NovaBank SA Yüzde 100

TEB Fransız BNP Paribas Yüzde 50

Yapı ve Kredi Koçbank-İtalyan Uni Credit Yüzde 57.4

Dışbank Hollanda-Belçika Serm. Fortis Yüzde 89.34

Garanti Bankası General Elect.Con.Fin. Yüzde 25

C Bank İsrailli Bank Hapoalim Yüzde 58

Denizbank Belçika-Fransız Ser. Dexia Yüzde 75

MNG Bank Hariri Ailesi Bank MED Yüzde 91

Akbank Citibank Yüzde 20

Sitebank Yunan Novabank Yüzde 100

Tekfenbank Yunan EFG Eurobank Yüzde 70

Alternatif Bank Yunan Alpha Bank Yüzde 50

Oyak Bank Hollanda ING Bank Yüzde 100


Oysa sanayileşip kalkınmaya önem veren ülkelerde bu oran, yüzde 20’leri asla geçmemiştir. Bugün sanayileşmiş ülkelerde; bankacılık sektörü alanında, yabancıların payı oldukça düşüktür. Buna karşılık, IMF reçetelerini uygulan ülkelerde yabancı payı çok yüksektir.


Ülke Adı: Bankalarda Yabancı Payı :

İtalya Yüzde 8

Almanya Yüzde 5

İspanya Yüzde 10

Hollanda Yüzde 11

Fransa Yüzde 19

Yunanistan Yüzde 20

TÜRKİYE Yüzde 50


Ülkemizde; “AB’ye Uyum” yutturmacası ve “küreselleşme” edebiyatı ile yabancı sermaye hareketinin önü açıldı. Bu sermayenin kontrolü iyice zorlaştırıldı.

Yabancı sermaye; bizim gibi ülkelerde, istediği zaman “kriz” oluşturacak güce ulaştı. Bunun en iyi örneğini 2001 yılında Arjantin yaşadı. 2001 yılında Arjantin’de krizden önce, dışarıya 30 milyar dolar transfer ettiler. Bu transfer, krizi beraberinde getirdi. Arjantin krizinin benzeri ülkemizde de yaşandı. Ülkemizde yaşanan krizin de ana kaynağı, dışarıya dolar transferidir. Bu transferden sonra, küresel sermayenin en iyi uygulayıcılarından meşhur “Kemal Derviş” ülkemize teşrif etmiştir.

Bir yabancı banka işletmecisi; istediğinde elindeki mevduatı, dövize çevirip dışarıya transfer eder. Bu durumda dövize olan talep hızla artar. Ekonomik kriz böyle oluşur.

Bir başka açıdan değerlendirecek olursak; Türkiye’de en yüksek faizi yabancı bankalar alıyorlar. Yabancı bankaların tamamı, banka ve kredi kartları için, yasal faiz olarak yüzde 96 ve gecikme faizi olarak yüzde 106 faiz uyguluyorlar. Ziraat Bankasının uyguladığı faiz oranı ise yüzde 48’dir.

Ülkemizde yabancı bankalar, “lobi” oluşturmada etkin işletmeler haline de gelmişlerdir. Çoğu yazılı ve görüntülü medyada çok etkilidirler. Piyasa imkânlarını, beklentilerini kendilerine göre oluşturmaktadırlar. Bu uygulamaların Türkçesi; “Türkiye’nin iç ve dış politikalarını etkilemektir.”

Çok uluslu sermaye şirketleri; IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla, Türkiye’de paradan para kazanmakta, ülkemizi “yolunacak kaz” olarak görmekte ve istedikleri gibi politika uygulatmaktadırlar. Ne de olsa bizden görünüp, bunların politikasını uygulayan; “Türkiye’yi pazarlıyoruz”, “Babalar gibi satarım” diyen temsilcileri var!

Peki! “Türkiye’yi pazarlıyoruz!” “Babalar gibi satarım!” diyenleri, “pazarlamak” ve “babalar gibi satmak!” siz değerli okuyucularımın görevi değil mi? Hadi öyle ise 22 Temmuz’da işbaşına!..

YOKSULLUĞUN KÜRESELLEŞMESİ

YOKSULLUĞUN KÜRESELLEŞMESİ

Fahrettin ALİŞAR
falisar@mynet.com

1996 yılında, Michel Chossudovsky bir kitap yazdı. Adı “Yoksulluğun Küreselleşmesi”. Bu kitapta; birçok ülkede, küresel sermayeyi elinde bulunduranların çevirdiği dolaplar uzun uzun anlatılıyor.
Chosudovsky; Somali’de, gıda tarımının imha edildiğini, hayvancılığa dayalı ekonominin çökertildiğini, devletin imha edildiğini bir bir açıklıyor.
Ruanda’daki katliamların, IMF politikaları sonucu başlayan derin bir ekonomik krizin alevlenmesinin ardın çıktığını belgeleri açıklıyor.
Hindistan’da, Bangladeş’te, Vietnam’da iç ticaret kanallarının tıkandığını, yerli üreticilerin kendi pazarlarından dışlandığını, kıtlığın başladığını, çocukların kötü beslendiğini, çiftçilerin arazilerinin ellerinden alındığını, sağlık sistemlerinin çökertildiğini belgeleri ile izah ediyor.
Brezilya’ya büyük bir borçlanma oyununun uygulandığını, IMF korumasındaki reformların tüm halkın yoksullaşmasına yol açtığını rakamlarla izah ediyor.
Peru’da, Bolivya’da aynı oyunun oynandığının altını çiziyor.
Yugoslavya’nın parçalanmasından sonra Bosna-Hersek’in yeniden nasıl sömürgeleşme sürecine itildiğini vurguluyor.
Tüm dünyada insanların, “IMF ve Dünya Bankası politikalarından başka çözüm olmadığına” inandırıldığını uzun uzun anlatıyor.
Chossudovsky’nin “Yoksulluğun Küreselleşmesi” kitabında verdiği örneklerden, IMF ve Dünya Bankası’nın, dünyada yoksulluğu nasıl küreselleştirdiğinin açık bir fotoğrafını görüyoruz.
Somali’de, Ruanda’da, Hindistan’da, Bangladeş’te, Vietnam’da, Brezilya’da, Peru’da, Bolivya’da, Bosna-Hersek’te ve de Türkiye’de; IMF ve Dünya Bankası’nın aşama aşama ülkeleri nereye götürdüğünü tahlil edebiliyoruz.
IMF ve Dünya Bankası’nın ekonomik politikalarını uygulayan ülkemizin geldiği tabloya bir bakalım.
Daha geçen gün Ankara Ticaret Odası bir rapor yayınladı. Bu rapora göre; Türk ailesinin bankalar, katılım bankaları ve tüketici finansman şirketlerine 2003 yılında 13,4 milyar YTL olan borcu, 2007 yılı sonunda 100,6 milyar YTL’ye yükseldi.
2007 yılında 15.6 milyar YTL faize gitti. Merkez Bankasının verilerine göre, 2003 yılında 180,3 milyar YTL olan hane halkı harcanabilir gelirinin 2007 yılında 340,8 milyar YTL’ye ulaştı.
Aileler, 2007 yılında her 100 liralık harcanabilir gelirin 29,5 lirası kadar borçlandı.
Vatandaşın bankalara olan borcu 100.6 milyar YTL ye yükseldi. Türkiye’nin toplam borcu yıllık milli gelir düzeyine ulaştı.
Vatandaş, uyuşturucu bağımlılığı gibi, borç bağımlısı haline getirildi. Borcunu borçla ödeyemez duruma düşen vatandaş, artık bunalıma giriyor ve iradesi zayıf olanlar intihar ediyor!
IMF ve Dünya Bankası; ülkemizde ve politikalarını yürüttükleri ülkelerde, “kalkınma ve yoksulluğu ortadan kaldırma ideali”ni ustaca unutturdu. Bunu gündeme taşıyan idealist kalemler törpülendi.
IMF ve Dünya Bankası bu ülkelerin seçimlerine de, yandaş finans kuruluşları ile ustaca müdahale etti ve netice elde etti.
Sonuçta, ülkemizin önemli birçok ekonomik değeri yabancılara satıldı. Karşılığı ise borç faizlerine gitti.
Türkiye’nin parasını Türkiye’ye borç olarak veren bir sistem oluşturuldu. Bu güçler; borsa ve bankalar yoluyla büyük kârlar elde etti. Bu kârlarına kâr katmaya da halen devam ediyorlar.
Ülkemizde; IMF ve Dünya Bankası’nın bu politikaları, “yoksulluğun küreselleşmesi”ni kaç tane yazar kaleme alıyor? Kaleme alan yazarların, yazdığı gazeteleri kaç kişi okuyor? İşte esas problem burada!


CÜPPELİ DARBE

Elektronik posta adresime soru gönderen birçok okuyucum, Anayasa Mahkemesi’nin son kararı ile ilgili görüşümü soruyor.
Bu ülke insanları, yıllardır kendi öz yurtlarında “garip”, öz yurtlarında “parya” muamelesine tabi tutuldular.
Ülke insanları; üniformalı darbelerle, boynu kravatlı küçük bir azınlığın dayatmaları ile horlandılar.
Bu ülke; “din ve vicdan özgürlüğünün” adresini, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde arayan, alnı secde görmüşlerin varlığına da şahitlik etti.
Son olarak; Anayasa Mahkemesi, bir “cüppeli darbe” gerçekleştirdi. Bu mahkemenin verdiği karar; daha önce AİHM’nin, derslere türbanlı girmeleri engellenen iki öğretmenin “din ve vicdan özgürlüklerininin kısıtlandığı” iddiası ile yaptıkları başvuruyu “incelemeye” dahi gerek görmeden reddeden kararına paralel bir karardır.
Sonuç olarak; hem AİHM’nin, hem de Anayasa Mahkemesi’nin bu kararları, hukuki değil, siyasi birer karardır. Bu kararlar birer “cüppeli darbe”dir.

İÇİMİZDEKİ YANAKALAR

İÇİMİZDEKİ YANAKALAR

Fahrettin ALİŞAR
falisar@mynet.com

“Göründüğün gibi olmak”, “olduğun gibi görünmek” insanda olması gereken en önemli özelliklerdendir.
Günümüzde yaşanan bazı olaylara baktıkça, geçmişe bir yolculuk yapıyor; millî mücadele öncesi “mütareke basını”nın, Batı’nın istekleri doğrultusunda, “sömürge” olmayı, “mandacılığı” nasıl açıkça savunduğunu düşünüyorum. O zamanın gazetelerini karıştırırsanız, Batı hayranı çoğu sözüm’ola yazarın, “Hıristiyan’ın Müslüman’a tahakküm hakkı olduğuna” inandığını görürsünüz.
Ama o zamanki “mütareke basını”nın safları belli, niyetleri açıktı. Ya “günümüzdeki mütareke basını”na ne demeli? Safları belirsiz, niyetleri açık değil!
“Ilımlı İslâm” şemsiyesi ile, “Dinlerarası Diyalog” edebiyatıyla “çan sesi” ile iftar programları, kendi yazılı görüntülü medyalarının manşetlerinden inmiyor. Neymiş efendim, “diyalog” muş!.. Kiminle diyalog? Hıristiyan ile, Yahudi ile. Bunlarla yüz yüze görüştüğünüz zaman size; millî ve manevî değerlerden dem vurur. Bu dem vurma, onların millî ve manevî değerleri birer “araç” olarak kullandıklarının en önemli göstergesidir. Bir Müslüman; dinine küfredenle oturup, yemek yiyemez, iftar açamaz, hasbihal yapamaz!..
AB(D)’ci “yanaka basını” şayet, “millî ve manevî değerlere” bağlı ise, bunu bir “araç” olarak kullanmıyor ise, neden Şeytan Âyetleri kitabıyla, İslâm’a ve Müslümanlara hakaret eden Salman Rüşdi ile, soykırım iftiracısı Orhan Pamuk’un, Amerika Birleşik Devletleri’nin himayesinde “fikir düellosu” adıyla tertiplenen toplantıyı okuyucularına duyurmuyor?
ABD’de koruma altında bulunan Salman Rüşdi ile Orhan Pamuk neyin “fikir düellosu”nu yapacaklar? İslâm’ı Müslümanları aşağılamanın, karalamanın, herşeyden önemlisi Müslümanları, onların tabiri ile “ılımlılaştırma”nın düellosunu yapacaklardır! Bizim “yanaka basın”da, bu haber ile ilgili bir tek cümle yok.
AB(D)’ci yanaka basın; Salman Rüşdi’nin, İslâm’a hakaret ettiği için İngiltere’de, Amerika’da en ihtişamlı şatolarda, malikanelerde ağırlandığını da hiç yazmadı.
Yanaka basın; Orhan Pamuk’un Müslüman Türk Milleti’ni “soykırımcı” ilân etmesinden sonra, Amerika’da 1.8 milyon dolara ev aldığını da hiç yazmadı, yorumlamadı.
Daha geçen aylarda Libya’da bir olay yaşandı. Libya’da çöl ortasında çeşitli hastalık ile boğuşan çocuklara “şefkat eli” uzatmak amacıyla, Dünya Sağlık Örgütü’nün organizesi ile, bu ülkeye giden beş Bulgar hemşire, “tam 428 çocuğa” gizlice “HİV virüsü” şırınga ettiler.
Olup bitenlerden şüphelenen Libya Sağlık Bakanlığı, bir uzman heyet kurarak olayı araştırdı ve sonuç tam bir “insanlık suçu” idi. Bir gayri Müslüm Filistinli doktor ve beş Bulgar hemşire, “tam 428 çocuğa” “AIDS virüsü” bulaştırmaktan idama mahkum edildi.
İdam kararından sonra, Batı Dünyası ayağa kalktı. Libya hükümetinden “yeniden yargılanmalarına” karar aldırtıldı. Trablusgarb mahkemesinden ikinci kez “idam” kararı çıktı.
Bu kez devreye “AB komiserleri” girdi. Son sözü Libya hükümetine söyletti.
Libya Yüksek Adalet Divanı, “idam” kararını yeniden bozarak, “ömür boyu hapis” cezasına çeviriverdi. Bu da yetmedi.
Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin eşi Cecilia’nın refakatında, özel bir uçakla Bulgaristan’a getirilen ve “kırmızı halılar” ile karşılanan doktor ve hemşireler, AB bünyesinde çeşitli kurum ve kuruluşlar tarafından “ödül yağmuruna” tutuldu.
Bu olayla ilgili olarak senaryolar yazıldı. Amerikalı senaristlerce yazılan senaryolar, şimdi Hollywood’da kameralara film olarak çekiliyor. Çok yakında sinema ve televizyonlarda film olarak izleyeceğiz.
Bunun ödüllük, sinemalık neyi var Allah aşkına! Sadece, “tedavi etmeleri” için ellerine teslim edilen tam 428 masum çocuğa, daha hayatı bile tanımamış olan minik bedenlere “ölümcül virüs” bulaştırmak, ne ile ifade edilebilir? Elbette bu bir vahşettir. Bu vahşeti, “bir Müslüman” işlese idi, bu Batı ayağa kalkar, ölüm cezasının derhal kaldırılıp, daha sonra serbest kalmaları için uğraşır mıydı? Yoksa onların derhal “idam” edilmelerini mi talep ederdi?
Bu olayı; “medeniyet” ile “Batı”nın asla beraber anılamayacağını, içimizdeki “yanaka basının”, bu olayları küçücük paragralar arasında geçiştirdiğini izah etmek için anlattım.
İçimizdeki “yanaka basının” bir kısmı “laiklik” kisvesi ile Batı’yı “medeniyetin beşiği” olarak görüyor. Diğer kısmı da; Batı’yı “şefaat kapısı” olarak görerek, okuyucularını buna göre yönlendiriyor.
Batı; kendinden olmayanları “insan” bile saymayan bir anlayışın hakim olduğu, “insanlık suçu” işleyip, bunu örtmek için; hukuku, adaleti, insan haklarını kullanan, “tek dişi kalmış bir canavardır.”
Batı’ya göre; vahşete kurban giden zavallı “Libyalı çocuklar”, sırf Müslüman oldukları için “insan” bile değildir.
Batı’nın bu fotoğrafına rağmen hâlâ bu Millete; Batı’yı “medeniyet” olarak sunmaya çalışan, “içimizdeki yanakalar” hiç utanmıyorlar. Çünkü bunların hâyâ damarları çatlamış.

GERİLİM ÜZERİNDEN MENFAAT, “YAHUDİ STRATEJİSİ”DİR.

GERİLİM ÜZERİNDEN MENFAAT, “YAHUDİ STRATEJİSİ”DİR.

Fahrettin ALİŞAR
falisar@mynet.com

Bugün Türkiye’nin gündemini; TÜSİAD içerisinde yuvalanan ve “küresel sermayenin” acentalığını yapan “tekelci sermaye patronlarının” emrinde olanlar belirliyorlar.
Türkiye’de servetleri toplamı 100 milyar doları aşan 22 bin “süper zengin” aile var. Bunların 3 bininin 8 milyar dolarlık servetini Akbank yönetiyor. 22 bin ailenin servetleri, 100 milyar doları aşıyor. Türkiye’deki “özel bankacılık” birimleri bu paranın 15 milyar dolarını yönetiyor. Bu rakamın 8 milyar dolarlık bölümü, Akbank Private Banking tarafından yönlendiriliyor.
Türkiye’deki 22 bin “süper zengin” ailenin 100 milyar doları aşan servetinin 60-70 milyar dolarını “her ihtimale karşı” yurtdışında tutuyor. Sadece Akbank’ın yönettiği en büyük kişisel servet, 1 milyar dolara yakındır. (Akbank’ın Private Banking’den (özel bankacılık) sorumlu Genel Müdür Yardımcısı Fikret Önder’in, ünlü İngiliz Finans Dergisi Euromoney’den, aldığı ödül sonrası yaptığı değerlendirme konuşma metni.)
TÜSİAD yöneticilerinin, saklamak istediği hakikat ortada. Gelir dağılımında oluşan korkunç adaletsizlik ve en önemlisi “servetlerinin % 70’ini her ihtimale karşı, Türkiye’ye emanet edememeleri.”
TÜSİAD; “gerçek gündemimiz türban değil, ekonomidir!” diyerek, “servetlerinin yurt dışına taşıyamadıkları, % 30’luk bölümüyle” ilgili endişeni sergilemektedir.
Emirlerindeki yazılı-görüntülü medya ve tetikçi kalemleri ile, kendi istedikleri doğrultuda gündem belirlemektedir.
Bugün Türkiye’deki cinnet kültüründen, TÜSİAD sorumludur.
Fukaralaşan insanları dilenci durumuna düşürmekten, TÜSİAD sorumludur.
On kişiden yedisinin banka ve tefeci kapısında kıvranmasından, TÜSİAD sorumludur.
TÜSİAD; Avrupa Birlikçi, Amerikancı ve İsrailci’dir.
Üniversite kapılarında yaşanan “rezalet” tam sona erecek iken, yurtdışına gitme imkânı olmayan, fakir-fukara çocukları yeniden “eğitim haklarına” kavuşacak iken, hemen “provokatörleri” devreye sokan, gündemi eline alan bunlardır. Darbe çağrıları, başörtülü kızların notlarını kırma gibi çığlıkları ardı ardına sıralayan bunlardır. Olmayan ihtimaller üzerinden yola çıkıp, halihazırdaki zulmü bir hak olarak dayatan bunlardır.
Değerli okuyucularım! Gerilim üzerinden menfaat teminine kalkışmak, geleneksel bir “Yahudi stratejisi” dir.
Müslüman Türk Milleti, “laik-antilaik” diye bölünüp, parçalandıkça, “suni gündemler” ile oyalandıkça, bu durumdan kim veya kimler kârlı çıkacak?
Elbette emperyalist Amerika! Başka kimler? Avrupa Birliği ve tabii ki İsrail.
Yani bugün “laik-antilaik” kutuplaşmasına zemin hazırlayıp, birlik ve bütünlüğü parçalama çabaları kesinlikle emperyalizmin bir eseridir.
BOP kapsamında Türkiye’yi kendi emelleri doğrultusunda yeniden dizayn etmek isteyen emperyalistlerin yerli Ulakları, ellerini ovuştura ovuştura yangının üzerine körükle gidiyorlar.
Bugün meydanlara inen “provokatörlerin” beslendikleri kaynakların izini takip edin, hangi mahfillere hizmet ettiklerini çok iyi görürsünüz.
Perde gerisinde “Yahudi stratejisi” uygulayıp, “provokatörleri” devreye sokan emperyalistlerin “Yerli Ulakları”nın oyununa gelmeyelim. “Laik-anti laik kutuplaşması” oyununu bozalım! Bu sorunun çözümünde samimi olanlara yardımcı olalım! Aksi halde “Yahudi stratejisi uygulayanlar”ın oyununa gelmiş oluruz!

VAMPİR CHENEY VE ABD HEGEMONİK GÜCÜNÜN BİTİŞİ

VAMPİR CHENEY VE ABD HEGEMONİK GÜCÜNÜN BİTİŞİ

Fahrettin ALİŞAR
falisar@mynet.com

Küresel dengesizlik had safhada ve krize dönüşmüş durumda. Bu kriz finans krizi değil, konut krizi değil, “üretim krizi.” Büyük finans kuruluşları bir bir batıyor. Küresel piyasalara yön veren kuruluş olan “Bear Streans” battı.
Risk primi gittikçe yükseliyor. Endişeli bekleyiş, inanılması zor bir güvensizliğe neden oluyor.
Bu krizin görünümü ve ortaya çıkışı çok farklı. Eskiden bu tür krizler ağırlıklı olarak, gelişmekte olan ülkelerde meydana gelirdi. Bu kez “gelişmiş ekonomilerde” belirgenleşti. Diğer ülkeleri de bu girdap içine çekmeye çalışıyor. Sistem kilitlendi.
Bu kriz, “kapitalizmin krizidir.” Nerede duracağını kestirmek zordur. Ülkelerdeki “Merkez Bankaları”nın müdahaleleri, bunu doğrular niteliktedir.
Küresel sermayeyi yöneten aktörlerin, likidite artırma hamleleri, bir türlü işe yaramıyor. Piyasalara enjekte edilen yüz milyonlarca doların etkisi çok kısa sürmekte.
Bu kriz; kapitalizmin sonu, dolayısıyla “ABD hegemonik gücü”nün bitişi olabilir.
Bu kriz; ağır sosyal ve siyasal sorunları getirecektir. Bölgesel anlamda, çatışma risklerini artıracaktır. Bu çatışmaların çoğu Avrasya’da cereyan edecektir.
Bölgemizde, geleceği belirleyecek “stratejik kartlar” yeniden dağıtılacaktır. Dolayısıyla, yeni bir siyasi plân vücut bulacaktır.
Üretim sektöründeki krizden dolayı on binlerce insan işsiz kalacaktır. ABD’de şimdiden on binlerce kişi işinden olmuştur. Büyük şirketlerin iflasıyla beraber, küresel felâketin eşiğine gelinmiştir.
Dolar, “küresel referans para” özelliğini kaybetmeye başlamıştır. Dünyada “ekonomik armageddon” uyarısı yapan ekonomistler; ABD’nin ekonomik çöküşten kurtulma şansının, sadece onda bir olduğu görüşündedirler.
Amerikalı ünlü ekonomist Stiglitz, krizin Irak Savaşı’yla bağlantısı olduğunu belirterek; savaş harcamalarının ekonomiyi ciddi manada etkilediğini, ancak bu etki boyutunun, kamuoyundan gizlendiğini belirtiyor.
ABD Başkan adaylarından LaRouche de, 2001 yılında verdiği konferansta özetle şöyle diyor:
“-ABD olarak malî kriz içerisindeyiz. ABD, Carter’dan beri kötü yönetiliyor. Sistemimiz, iflas etmiş durumda. Ulaşım, enerji, eğitim, sağlık sistemlerimizin tamamı, altyapı ve sanayimiz çöküş halinde. Halkın yüzde 80’ini dar gelirliler oluşturuyor. Bunların durumu 1977’dekinden çok daha kötü. ABD’deki bu çöküş, kendini birden hissettirmez. Kötü politikalar devam eder ve kriz aniden gelir. Sadece ABD değil, Batı Avrupa da; (İngiltere’si, Almanya’sı, Fransa’sı ve İtalya’sı ile) iflasın eşiğinde. Asya’da yeni oluşumlar var. Rusya, Çin, Hindistan, Japonya yeni oluşumlar içinde. Şanghal İşbirliği Örgütü kuruldu. Böyle durumlarda dünya savaşları çıkarılır. I. Dünya Savaşı’nı, Asya’daki benzer oluşumların önünü kesmek isteyen, İngilizler çıkardı. Önce Balkanları tutuşturdular, sonra dünyayı. II. Dünya Savaşı’nı aynı maksatla Almanlar çıkardı. Şimdi, ABD ve İngiltere içindeki güçler; Asya’daki oluşumları engellemek için, dünya savaşı çıkarmak istiyorlar. Ağustos bunun için en uygun aydır. Bu savaşın adını da, Batı ile İslâm’ın savaşı olarak koyacaklar!”
LaRouche’un bahsettiği ekonomik kriz ve çöküş başlamış durumda. Bu krizin baş sorumlularından, “Vampir Dick Cheney” bu hafta Türkiye’deydi. Yetkililerimizle perde gerisinde neler konuşuldu tam bilemiyoruz ama, bu vampirin izlediği politikaları çok iyi biliyoruz.
Vampir Cheney; “haçlı seferi başlattım” diyen Bush’un, perde gerisindeki akıl hocası. Yahudi petrol şirketlerinin eski patronu. Siyonist İsrail’in güvenliği ve petrol uğruna, sadece Irak’ta bir milyon Müslüman’ın katili. Yüzde 99’u sivil, çoluk-çocuk, kadın ve yaşlı savunmasız insanların vampiri. 17 bin kayıp insanın, 7 bin hapislere atılan insanın, 2 milyon yerinden göçe zorlanan Müslüman Iraklı’nın da baş sorumlusu.
Afganistan ve Pakistan’da katledilen Müslümanların da katili.
Bu vampirin yeni hedefi, iktidardan gitmeden önce İran’ı vurmak. Hem de Türkiye üzerinden vurmak. Bunun için de, füze kalkanı projesini bir an önce devreye sokmak istiyor.
Ünlü yayın organı Us News and Word Report’a göre; Cheney’in Türkiye’ye gelişi, İran’a yapılacak müdahalenin ilk işareti.
Vampir Cheney, 2002’de de Ankara’ya gelmişti. Bu geliş tarihi, ABD’nin Irak’a yaptığı harekât öncesine rastlıyordu.
Bu kriz karşısında ülkemiz; olumsuz ekonomik uygulamalar neticesindeki tartışmalardan yorulmuş ve hırpalanmış durumda. Yorulmuş ve hırpalanmış insanımızdan, direnç beklemek boşuna!.
Vah Türkiyem vah! Emperyalist güçler şimdi de, Vampir Cheney kanalıyla kendi emelleri için Türkiye’yi sıkıştırıyor. Yorulmuş ve hırpalanmış Türk insanı da, dirençsiz, çaresiz izliyor!

ULAKLARIN VE UŞAKLARIN DİLİYLE TARTIŞMAYALIM

ULAKLARIN VE UŞAKLARIN DİLİYLE TARTIŞMAYALIM

Fahrettin ALİŞAR
falisar@mynet.com

Küresel güçler; ülkemizde yıllardır “ayrılıkları öne çıkarma”, “kutuplaşmayı derinleştirme” projelerini başarıyla yürütüyorlar. Alevî-Sunnî, Türk-Kürt, Sağcı-Solcu, Laik-Anti laik ayrılıkları hep bu güçlerin eseri.
Bugünlerde yine “başörtüsü” konusunu tartışıyoruz. Tartışmanın seviyeli olduğunu söylemek, oldukça güç! İçimizden yetişen bir “demokrasi sahtekârı” almış eline mikrofonu şöyle diyor:
“-Örtü Sümerlerde fahişelerin giysisi idi!”
Çok dikkatli takip ettim. Bu sözün üzerine bizim Andıççı, işbirlikçi ve ulakçı medyada çıt yok. Tepki, eleştiri yok.
İşi gücü; yemlendiği küresel sermayenin emirlerini harfiyen yerine getirmek olan, günümüz Artin Kemal’i de geride durmuyor ve şu incileri döktürüyor:
“-Başörtüsü bize Hıristiyanlıktan geçmiştir. Rahibelere ait bir kıyafetin parçasıdır!”
Bizim “Cuntacı Netekim Paşa” bu konuda geride durur mu? Katıldığı canlı yayında konuya teşhisi koyuverdi:
“Başörtüsü meselesi bize İran’dan geçti. Humeyni rejimi ile birlikte, bu rejim Türkiye’ye çok para akıttı. Üniversitelerdeki kızları teşvik etti. Fon oluşturdu. Ondan sonra kızlar, göğüşlerini de örtecek şekilde, toplu iğneli başörtüsü kullanmaya başladılar. Anadolu kadınları gibi örtünmeyi bıraktılar. Başörtüsü ile kapatılan baştaki saç ile, kaşların, kipriklerin ne farkı var? Onları da kapatsanıza. Ben Kur’an-ı Kerim’in türkçesini dikkatlice okudum. Bu konu ile ilgili yasaklayıcı bir ayete rastladım!”
Vay Netekim Paşa vay! Yetkili olduğu dönemde diğer ülke sorunlarına da böyle baktığın kesin. Çünkü ülkenin niye bu halde olduğu sorusuna açık bir cevap. Ayetleri anlayamaman çok normal. Çünkü kalbi mühürlenmiş insanların, muhakeme kabiliyetleri zayıftır.
Bu konu ile ilgili de bizim “ulak basın”dan yine çık yok.
Mümin, iman etmiş kişidir. Allah’a ve O’nun dediklerine iman eder. Hoşuna gitse de gitmese de Allah’ın her dediğini başla göz üstüne kabul eder. Ulaklar, uşaklar, dönmelik Sevi’ler, Artin Kemal’ler istedi diye, onlar savunuyor diye, onların işlerine gelmiyor diye, “hâşâ” yamultmaya, bozmaya kalkışmaz, kalkışamaz!..
Bu ulaklar ve uşaklar; kendi köşelerinde, barlarında, pavyonlarında, kulelerinde tartışıp, küçümseyebilirler. Kutsal kitabımız Kur’an’da, zaten bu tiplerden bahsedilir. Gizli gizli köşelerinde Allah’ı ve âyetlerini küçümseyip, halkın önüne çıktıklarında:
“-Yok canım, biz de inanıyoruz ama?...” diyenlerden bahsedilir.
İnanan insan, Allah’ın kelamını, emrini tartışmaz. O’nun kutsal kitabının emrini düşünür, akleder ve uygular. Müslüman için ölçü budur.
Lütfen Ulakların ve Uşakların diliyle tartışmayalım.

MÜSLÜMAN KAVGA ÜRETMEZ, NİFAK TOHUMLARI EKEMEZ

Alevî-Bektaşî geleneği; Hünkâr Hacı Bektaş-ı Velî’nin dediği, yaptığı ve önerdiğidir. Hacı Bektâş-ı Veli’nin Besmele Tefsiri, Fatiha Tefsiri ve Makalat’ı, Alevî-Bektaşî geleneğinin birer rehberidirler.
Birileri çıkıp; “ben dedeyim, ben şuyum, ben buyum” diye başlayıp, “Bektaşilik Hacı Bektaş-ı Velî’nin dediği gibi değil, benim dediğim gibidir!” diyorsa bu ne anlama gelir?
İslâm’ın en doğru yaşandığı devir, tartışmasız Hz. Muhammed (s.a.v.) sağlığındaki devirdir. İslâm, Hz. Muhammed (s.a.v.) ne dedi ve ne yaptıysa odur. Dayandığı temel Kur’an ve Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’in sünnetidir.
Birileri çıkıp; “İslâm’ı Hz. Muhammed (s.a.v.) (hâşâ) bilmez, ben bilirim, çünkü ben İlâhiyat Profesörüyüm, ben rektörüm, ben dekanım, ben şuyum, ben buyum!” diyorsa ne anlama gelir?
Hz. Ali namaz kılarken şehit edilmiştir. Hacı Bektaş-ı Velî de namaz ehlidir. Kerbelâ’da 57 yaşında şehit olan Hz. Hüseyin (r.a) Efendimiz kıldığı namazlardan sadece iki rekâtını bize hediye etse, biz ömrümüz boyunca kıldığımız namazları kendisine hediye ederiz.
Sıffîn Savaşı’nda ve Kerbelâ’da savaşan taraflar, İslâm’ın şartları ve namaz konusunda birbirleri ile zerre fark göstermeyen insanlardı. Hz. Osman (r.a)’ın katillerinin cezalandırılması ile başlayan “ikilik” daha sonra saltanat kavgasına, yani siyasi bir boyuta dönüştü. Biz Müslümanlar olarak, bu siyasi boyut kazanan olaylarda “taraf” olmamalıyız. Biz Müslümanlara tarihte olmuş bir olaydan ibret almak düşer. Aklî olan, İslâmi olan budur. Müslüman kavga üretmez, nifak tohumları ekemez.
Bugün Hacı Bektaş-ı Velî sağ olsaydı; “ben dedeyim, ben şuyum, ben buyum” bahanesiyle, “namaz kılmayın!” derler miydi?
Bunları söylerken kesinlikle “bazı Aleviler namaz kılmıyor!” ayrılık tohumları ekmeyelim. Günümüzde sanki bütün Hanifi ve Şafiler namaz kılıyor mu?
Bu ayrılığın günümüze yansıyan döneminde, küresel güçlerin, “kavga üretmek için nifak tohumları ekme” teşebbüsüdür. Kendini ister “Alevî” ister “Sunnî” görsün, tüm Müslümanlara düşen görev; küresel güçlerin oyununa gelmemek, Kur’an ve Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) sünnetine sımsıkı sarılmaktır.

TÜRKİYE AVRUPA BİRLİĞİ’NE GİRMEDEN, AVRUPA BİRLİĞİ TÜRKİYE’YE GİRDİ.

TÜRKİYE AVRUPA BİRLİĞİ’NE GİRMEDEN, AVRUPA BİRLİĞİ TÜRKİYE’YE GİRDİ.

Fahrettin ALİŞAR
falisar@mynet.com

Avrupa Birliği’ne giden yolun; çıkmaz bir sokaktan ibaret olduğunu yıllardır yazdım. Her sohbetimde yüksek sesle dillendirdim. Bunu asla “önyargıdan” dolayı yapmadım.Neden Avrupa Birliği’ne karşı olduğumu izah ettim.
Osmanlı’yı Anadolu’dan söküp; Asya steplerine sürmeyi amaç eden “Doğu Siyaseti”ni güden, Avrupa Birliği.
İslâmiyet’e karşı, tarihin en büyük “haçlı seferleri”ni başlatan Avrupa Birliği.
Çanakkale’ye bir neslimizi gömmemize sebep olan, Avrupa Birliği.
“Türkler 1915’te, Ermenilere soykırım yapmıştır!” Diyen Avrupa Birliği.
Anadolu’yu işgale kalkışan, Avrupa Birliği.
Filistin topraklarında, “Siyonist İsrail”in kuruluş temelini atan, Avrupa Birliği.
“Fırat ve Dicle havzasını uluslar arası bir komisyon yönetsin!” Diyen Avrupa Birliği.
“Camilerde, ‘Allah katında din İslâm’dır’ demeyin!” Diyen Avrupa Birliği.
“Türk Ordusu Kıbrıs’ta işgalcidir!” Diyen Avrupa Birliği.
“Türkiye’de Aleviler azınlıktır!” Diyen Avrupa Birliği.
PKK’yı kurduran, besleyen ve kucak açan, Avrupa Birliği.
Kıbrıs’ı Yunanistan’a peşkeş çekme gayreti güden, Avrupa Birliği.
Dinimiz İslâm’ı aşağılayan, “Şeytan Âyetleri” palavrasını kaleme alan Salman Rüşdi’ye kucak açan ve bu palavraları filme aldırarak, Avrupa sinemalarında oynatmaya çalışan Avrupa Birliği.
Vatikan’ın öncülüğünde, “Dinler arası diyalog” başlatarak, “antiemperyalist” bir din olan İslâm’ı, Siyonizm’in peçeli yüzü globalizme, yani uluslar arası kapitalizmin kan emiciliğine itiraz edemez hale getirmeye çalışan, Avrupa Birliği.
Cebine parayı doldurup gelen Yunan Kilisesi aracılığı ile bankalarımızı alan, Avrupa Birliği.
Çantasına Dolar ve Yuroları doldurarak, İngiliz ve Fransız şirketleri aracılığı ile, altın yumurtlayan Kuruluşlarımızı satın alan Avrupa Birliği.
“ABD-AB-İsrail” eksenli “ihanet politikaları” oluşturan, Avrupa Birliği.
“Haçlı-Siyon İttifakı”nın oluşturduğu Avrupa Birliği ile ilgili olarak, söylenmesi gerekenler elbette bunlarla sınırlı değil!
Bunları neden sizlere hatırlatma ihtiyacı duydum?
Geçen gün en yetkili kurum tarafından hazırlanan bir rapor, basına sızdı. Bu rapora göre “AB karşıtı olmak” ülkemiz için “tehdit” oluşturuyormuş! Adı tam konulmamış ama neredeyse “AB karşıtı” olanlar “terörist” ilân edilmiş!
Rapor basına sızalı beş gün geçmesine rağmen, yetkililer tarafından yalanlanmadı.
Buradan şunu anlıyoruz! Daha Türkiye Avrupa Birliği’ne girmeden, Avrupa Birliği Türkiye’ye girmiş!
Açık söylüyorum! Küresel emperyalist güç olan Avrupa Birliği’ne karşı olmak, her Türk vatandaşı için millî bir görevdir.
Millî devletleri ortadan kaldırarak, yeryüzünde kendi güdümleri altında “sömürüye” açık, “yeni bir dünya düzeni” inşa etmeye çalışan küresel güç Avrupa Birliği; “millî düşünenleri” teslimiyete zorlamak için, yerli işbirlikçileri üzerindeki baskılarını iyice artırmaktadırlar.
Bu baskıları dün; Abdülhamit Han’lar, Mustafa Kemal’ler, Mehmet Akif’ler, Seyid Onbaşı’lar, Yahya Çavuş’lar, Sütçü İmam’lar nasıl bertaraf etmiş ise, bugün de onların torunları bertaraf edecek güçtedir.
Çanakkale’yi geçilmez kılan şehitlerinin ruhunu taşıyanlara, Millî Mücadele’de akıttığı şehit kanları ile Anadolu topraklarını “vatan” yapan Mehmetçiğin ruhunu taşıyanlara, emperyalist AB’nin baskısı ile “terörist” gözüyle bakmak, hiç kimsenin haddine değildir.
Son sözüm şudur! Avrupa Birliği; benim ülkemi bölmek isteyen pis bir müstevlidir. Bunu söyleyenlere “terörist” gözüyle bakanlar da, bu müstevlilerin yerli uşaklarıdır.

TERÖR, KÜRESEL EMPERYALİZMİN KULLANDIĞI BİR ARAÇTIR.

TERÖR, KÜRESEL EMPERYALİZMİN KULLANDIĞI BİR ARAÇTIR.

Fahrettin ALİŞAR

Terör küresel emperyalizmin kullandığı, sistemli bir dize getirme aracıdır. Küresel emperyalizmin bir araç olarak kullandığı terör olayları da gösteriyor ki, emperyalizmin vicdanı yoktur.
Irak’ta, Afganistan’da, Vietnam’da, Filistin’de yapılan toplu katliamlar, Hiroşima’da, Nagazaki’de yüz binlerin üzerine yağdırılan atom bombaları, emperyalizmin vicdanının olmadığının açık birer fotoğrafıdır.
Terörü “dize getirme” aracı olarak kullanan “ABD-AB-İsrail” üçlüsünün eylemleri, hız kesmeden devam ediyor. İstanbul-Göngören’de patlatılan bombaların hemen ardından, Kerkük’te de aynı bombalar patlatılıyor. Hedef belli. Kin, nefret ateşinin yakılması ve iç savaş ortamının oluşturulması. Toplumun gerginlik ve belirsizliğe sürüklenmesi!
ABD örtülü ödenekleri, Soros finansı ve AB fonları ile beslenen yazılı ve görüntülü medya kuruluşlarının, manşetten verdikleri vahşet görüntülerinin bir anlamı var. Bu görüntülerle toplum; narkoz tedavisine alınarak, tepkisiz ve duyarsız bir solucanlar sürüsü haline getirilmek isteniyor.
“ABD-AB-İsrail” beslemeli kalemşörler; şiddetle, toplumun teröre karşı lanetleme mitingi yapmasını engellemeye çalışıyor. Diyorlar ki; “bu tür mitingler kin-nefret oluşturur, turizmi olumsuz etkiler, demokrasiye zarar verir!”
Ismarlama kalemler; Türk halkını yıllardır uyutuyorlar. Türk halkı uyutulurken, kendi ceplerini dolduruyorlar.
Türkiye’de önemli olaylar yaşanıyor. Gerçek yüzü halktan gizlenen Ümraniye operasyonu sonrası yapılan “Ergenekon” denilen soruşturma, ABD Büyükelçiliğine yapılan göstermelik saldırı, İstanbul Güngören’de çoluk-çocuk demeden patlatılan bomba ve bu olaylarla ilişkili Kerkük’te patlatılan bomba! Bu olayların hepsi birbiri ile bağlantılı.
Terör olayları ile Türkiye, iyice içine kapatılmaya çalışılıyor. Bir istikrarsızlığa sürüklenmek istiyor. Çünkü Büyük Ortadoğu Projesinin İran sacayağında, iç meseleleri ile uğraşan bir Türkiye isteniyor.
Terör olayları ile Türkiye’nin başını kaldırmasına müsaade edilmiyor. Bölgesinde meydana gelen gelişmeleri, kafasını kuma gömmüş bir devekuşu gibi sessiz ve tepkisiz şekilde peşinen kabullenmeye zorlanıyor.
Emperyalist güçler terörle; Türkiye’nin elini ayağını bağlıyarak, gözlerini açık bırakıyor. İbret olsun diye gözlerini kapatmıyor.
Terör olayları ile iyice içine kapatılmaya çalışılan Türkiye’nin etrafı ateşle sarılı. Dünya’da yeni şekillenmeler, yeni ittifaklar oluşuyor. Hassas bir coğrafyada bulunan Türkiye’nin içine kapanması, “ABD-AB-İsrail” in çok işine yarıyor. Çünkü Türkiye’nin sınır komşusu İran; atom bombası peşinde koşmakla suçlanarak, çökertilmek isteniyor. Şayet İran çökertilirse, öncelikle “enerji ihtiyacının” büyük bir bölümünü İran’dan karşılayan Çin kıskaç altına alınacak, Rusya “sosyal refah” yükseltmek yerine, yeniden “askeri alanda” yatırımlara zorlanacak.
Amerika’nın başını çektiği bu emperyalist güçler, bunu gerçekleştirmek için gün sayıyorlar.
The Sunday Times Gazetesi, 12 Temmuz 2008 tarihinde bir haber yayınladı. Bu habere göre; ABD Başkanı George Bush, Ağustos Ayı sonlarında, İran’a operasyon için İsrail’e yeşil ışık yaktı. Aynı habere göre, AB de bu operasyona destek veriyor ve operasyonda Türk hava sahası kullanılacak.
Bu habere bizim Türk Dışişlerinden herhangi bir yalanlama gelmedi.
Bütün okuyucularımız şunu iyi bilsinler ki; İran’dan sonra sıra kesinlikle Türkiye’de. Çünkü Büyük Ortadoğu Projesi aşama aşama gerçekleştiriliyor.


www.fahrettinalisar.com

FAHRETTİN ALİŞAR

FAHRETTİN ALİŞAR


1963 yılında Konya'nın Derbent İlçesi'nde doğdu. İlk ve orta öğrenimini Derbent ve Konya'da, yüksek öğrenimini G.Ü. Eğitim Fakültesi'nde tamamladı. A.Ü.de lisansüstü eğitimini (mastırını) bitirdi. Yüksek lisans tezini "Türk Memur Sendikacılığının Örgüt Yapısı ve Model Yaklaşımı" konusunda hazırladı.
Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde 17 yıl öğretmenlik ve idarecilikten sonra, Başbakanlık Müşavirliği görevine atandı. 3 yıl Devlet Bakanı Danışmanı olarak görev yaptı. Daha sonra Başbakanlık ÖZİ'ye uzman olarak atandı. Halen bu görevine devam etmektedir.
Mersin'de görev yaptığı yıllar; İçel halk kültürünün araştırılması ve yazılı hale getirilmesi amacıyla, bölgede derleme çalışmaları yaptı. Derlemelerini İçel Kültürü Dergisi, Erciyes Dergisi, Güneyde Kültür Dergisi, Millî Kültür Dergisi ve Millî Folklor Dergisi'nde yayınladı.

10 yıl süreyle Mersin'de, İçel Kültürü Dergisi'nin çıkarılmasına katkıda bulundu.
TRT GAP Televizyonu'na, KKTC Çocuk Oyunları ve İçel Çocuk Oyunları'nı hazırladı ve bu programların danışmanlığını yaptı.
Birçok dergi, bülten ve gazetede; halk bilimi, eğitim ve kamu sendikacılığı konularında araştırma ve makaleleri yayınlandı. Yine birçok yerel ve genel televizyonda bu konularda televizyon programlarına konuşmacı olarak katıldı.
Ahmet Yesevi Üniversitesi Ankara temsilcisidir.
Türkiye Yazarlar Birliği, İLESAM ve Türk Folklor Araştırmaları Kurumu üyesidir.

YAYINLANMIŞ ESERLERİ

· İçel Çocuk Folkloru
· KKTC Çocuk Folkloru
· DERBENT
· ÇİĞİL TÜRKLERİ ve AŞAĞIÇİĞİL
· Nefsimize Zor Gelen Yazılar
· Kamuda Görevde Yükselme Kitabı (GYS)
· Konya Çanakkale Şehitlerimiz
· Derbentli Şehitlerimiz

YAYINA HAZIR ESERLERİ

·Konya Yer Adları, Yerleşik Bulunan Oymak, Cemaat ve Aşiretler
·Türk Memur Sendikacılığının Örgüt Yapısı ve Model Yaklaşımı (Tez Konusu)

falisar@mynet.com